2 Ekim 2022 Pazar

Hiç ışık yok

 



Sana sorsam uzağım kendimdenBaşımı alır giderim her savaştaBeni uzak Tut Yaralı KalbimdenKanatır Kırarım Üzerim Tek Bakışta
Sana sorsam uzağım kendimdenBaşımı alır giderim her savaşta (her savaşta)Beni uzak Tut Yaralı KalbimdenKanatır Kırarım Üzerim Tek Bakışta (Tek Bakışta)
Hiç ışık yok farkındayımBeni bu gün ayıkBeni bu gün ayıltHey sen dalgın kadınBeni bu gün ayıltBana biraz sarıl
İçine düşmüş karanlıklarınBu serseri mayınBeni bu gün ayıkArıyorum ama artık kayıpBu okyanustayımBenim batan kayık
Hiç ışık yok farkındayımBeni bu gün ayıkBeni bu gün ayıltHey sen dalgın kadınBeni bu gün ayıltBana biraz sarıl
İçine düşmüş karanlıklarınBu serseri mayınBeni bu gün ayıkArıyorum ama artık kayıpBu okyanustayımBenim batan kayık
Günler süren saniyeler kalbimin ritimleri bozukKötü haberlerin ben miyim nedeniKüçük hesaplar peşinde bütün bildiklerimSikik hesaplar peşinde bütün bildiklerim
Sabahın karanlığında cebimden çıkan şu paraYaklaş gözlerimde yaşam belirtisi araİllegal çarelerle gel yanıma (yanıma)Terk edilmiş köpeklerden özgür değiliz dünyadaO zaman ver şışeyi (ver şışeyi)
Dünyadan hızlı döndüm gezegenler kusar seniElimde hiç olmayan nedenler var çekil geriBak film çekilir gibi bak pimim çekili benimKulak ver sen onların sesineKaramsarlık zannettiğin lanet farkındalık neyseDöndü ışıklarım kırmızıdan yeşileDinle sakın düşme dostum Işıkların peşine
Hiç ışık yok farkındayımBeni bu gün ayıkBeni bu gün ayıltHey sen dalgın kadınBeni bu gün ayılkBana biraz sarıl
İçine düşmüş karanlıklarınBu serseri mayınBeni bu gün ayıkArıyorum ama artık kayıpBu okyanustayımBenim batan kayık
Bembeyaz bi' sayfaGüzel sözleri içinde yatırmışSiyahlara batırılıp kefen giydirmiş

18 Eylül 2022 Pazar

Köyde bir horoz vardı, her sabah bağırıp dururdu. Bir gün sesi kesildi. Sâhibine sordum: 'Horozun sesi neden gelmiyor?'

 


Köyde bir horoz vardı, her sabah bağırıp dururdu. Bir gün sesi kesildi. Sâhibine sordum:
'Horozun sesi neden gelmiyor?'
Dedi: - 'Cemaat şikâyet etti, bizi uyandırıyor,bırakmıyor ki uyuyalım, ben de kafasını kestim.'
O gün anladım ki, halkı uyandırmak isteyenlerin başını kesiyorlar.''
...
Şehriyar'ım gözüm yaşı sel kimin,
Garip sen mi vetanında el kimin,
Sevdan üreğimde kara yel kimin,
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Haramzadalardan yoldaş olar mı?
Gurt gurtnan dolaşır, itler it inen,
Gurt şikarnan doyar, itler küt inen,
Yanaşmanın goynu dolar pit inen
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Fars, Çin, Urustan yoldaş olar mı?
Oğuz Atam bizi görse neyliyer,
Dövüner dizini helak eyliyer,
Yeğin geyze gelir, gönü göynüyer,
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Yılandan, çiyandan yoldaş olar mı?
Bed-güman değilem Allah kerimdir,
Turan hayalimdir, etim, derimdir,
Böyyük Asya nece olsa benimdir,
Gurt yuvalarına tilki dolar mı?
Ayıdan, Moskof'tan yoldaş olar mı?
Şehriyar'ım, incinmeyin sözüme,
Dost acı danışar dostun özüne
Gah ağlaram, gah vururam dizime
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Hayından, uğrudan yoldaş olar mı?
MUHAMMED HÜSEYN ŞEHRİYAR
TÜRKLÜĞÜN BÜYÜK ŞAİRİ:MUHAMMED HÜSEYN ŞEHRİYAR
"Güneş kaybolmuş, akşamın sessizliği yavaş yavaş çöküyordu Tebriz`in üstüne. Caddelerdeki ayak sesleri, resmi dairelerin kapanmasıyla evlerine giden memurlardan geliyordu. Bir kısmı da alış-verişten dönenler aitti.
Şehriyar, Bank-ı Kişavarzi (Ziraat Bankası)nda yorucu bir gün geçirmiş;bir an önce evine ulaşıp, anasının güzel yemeklerle donattığı sofrasına oturmayı düşünüyordu.
Evlerinin bulunduğu sokağa sapacağı sırada, dün gece yarım bıraktığı şiir geldi aklına...O an ne yorgunluğu kaldı, ne de aklına takılan anasının yemeği... Durup, cebinden yarım kalan şiirin yazılı olduğu kağıdı çıkardı. Sırtını duvara yaslayıp, şiirini tamamlamaya başladı. Akşam iyice çöküp olanca karanlığını Tebriz`in üzerine büründüğü anda, o da şiirin son mısraını yazdı.
Seviçle evden içeri girdi. Bu sevinç, eli hünerli yaşlı anasının yemeğini tatma isteğinden doğmuyordu;şiirini bitirmiş olmanın çoşkusuydu. Sofraya oturmadan, cebinden çıkardığı son şiirini anasına heyecanla okumaya başladı. Şiiri bitirdiğinde anasının yüzüne baktı. Anasının yüzünde her zaman var olan gülümseme yoktu. Şaşırdı. Oysa her şiir okuyuşunda sevincini belli ederdi. Dayanamadı:
-Ana hasta mısın yoksa?
Anası Farsça hasta olmadığını söyledi. Bu cevaba büsbütün şaşırdı. Anası evde Farsça konuşuyordu! Oysa anası, yalnızca Fars tüccardan alış-veriş ederken Farsça konuşurdu... Aklı yettiğinden beri evde herkes Türkçe konuşurdu. Hele rahmetli babası buna çok özen gösterirdi.
Şehriyar, hayret dolu bakışlarla anasına sordu:
-Ana niçin Frasça söyledin?
Yaşlı kadın, oğlunun yüzüne bakmadan yüreğindeki sızıyı dile getirdi:
-Sen Türkçe şiir yazıyor musun ki;ben sana Türkçe söyleyem? Evimize hapsettin Türkçe`yi! ot kökü üstünde biter.Türkçe ile büyüdün, Farsça yazarsın. Artık dinlemeyeceğim şiirlerini!
Şehriyar`ın yüzü allak bullak oldu.Elindeki Farsça yazılı şiirin bulunduğu kağıdın parmakları arasından yere düşürdüğünü bile hissetmedi... Yavaş yavaş yürüyerek yandaki odaya geçti. Zihni karmakarışıktı. Yüzüne bir ana tokadı inmişti! Yemeği unuttu. Geçmiş günlere daldı.Babasının elinden tutup Haydar Baba Dağı eteklerindeki köyleri dolaştırmasını hatırladı. Hoşgenap`ı, Güllüce`yi, Kayışkursak`ı, Vangüzelleri`ni bir bir gezişini düşündü... Babasından dinlediği Türkçe masallar, zihninin gizli mahsenlerinden bir bir çekip;beynine egemen oluyordu...
Oturduğu sedire uzandı. Kendi kendine inlercesine konuştu:
-Türkçe yazacağım...Bundan sonra Türkçe yazacağım!"
(Bu bölüm Mevlüt Uluğtekin Yılmaz`ın 1997`de Azerbaycan`da yayımlanan "Türk Halklarının ortak Ata-Babaları" adlı eserinden alınmıştır)
ŞEHRİYAR KİMDİR?
Türk dünyasının en güçlü şairlerinden olan Muhammed Hüseyn Şehriyar, 1904 yılında Tebriz`de doğdu. Babası "Dava vekili" olan Mirza Aka Hoşgenabi, Hoşgenap kasabasının Haydar Baba Köyü`ndendir.
Şehriyar, güney Azerbaycan(İran) kentlerinden olan Tebriz`de ilk öğrenimini gördü. İlkokuldan sonra Medrese-i Talibiye`de Arapça ve Arap edebiyatı yanında Fransızca öğrenmeye çalıştı. Liseyi Tahran`da bitirdi. Tıp Fakültesine girdi. Tıp eğitimini tamamlayamadan, son sınıftan ayrıldı. Çeşitli memuriyetlerde bulundu. Bu arada şiir gücü gittikçe büyüyor;İran`da zevkle okunan şairler arasına giriyordu. Hep Frasça yazıyordu. Babasını 1936 yılında yitirince ruhi bunalıma düştü. 1942 yılından itibaren beş yıl boyunca büyük sıkıntılar çekti. Onun bu zor günlerinde, annesi tek dayanağı oldu.
Yazdığı şiirler tüm İran`ın kalbini feth etti. Kendisini çağın Nizami`si, Hafız`ı ve Sadi`si olarak gördüler. Farsça`yı bir Farstan çok daha mükemmel kullanıyor;Fars dilini şiir sanatında ustaca işliyordu. Daha sonra, annesinin uyarısı üzerine Türkçe şiirler yazmaya başladı.
Şehriyar, çok genç yaşta evlendi. Bu evlilikten bir kızı oldu. Bankadan emekli olunca, daha sakin bir hayat sürmeye başladı. En büyük zevki, küçük kızını bağrına basarak Tebriz sokaklarında dolaşması idi.
Şehriyar 1929 yılında önsözünü dönemin bilinen şairlerinden olan Bahtiyar, Nafisi ve Muhammed Tagi Bahar'ın yazdığı ilk şiir kitabını neşreder. Şiirlerinde şair Hafız, Sadi, Fuzûlî, M.P. Vaqif, M.E. Sabir ve s.-den etkilenmeler mevcut olan şair, anadilinde kaleme aldığı Heyder Babaya Salam şiiri ile Türkiye'de ve Sovyetler Birliği'ndeki Türk Cumhuriyetlerinde de büyük bir üne kavuştu.
1951 yılında Haydar Babaya Selam şiir kitabını yayımladı. (Haydar Baba, köyünün üstünde kurulu olduğu dağın adıdır.)
Tahran'da Mehr hastanesinde akciğer iltihabı ve kalp yetersizliğinden 18 Eylül 1988 yılında vefat etti.
Eserleri:
Haydar Baba'ya Salam, Tebriz, 1951;
Yad-i ez Heyder Baba, Tahran 1964;
Seçilmiş Eserleri, Bakı, 1966;
Divan-ı Türkî Tebriz, 1992;
Yalan Dünya, Bakı, 1993;
Tüm Eserleri (4 cilt), Tahran,1971
Heyder Babaya Selam şiiri 76 dile çevrilmiş, Azerbaycan'da ve Türkiye'de bu şiire nazireler yazılmıştır.
Büyük Türk şairi ölüm yıl dönümünde saygı ve rahmetle anıyorum
Ruhu şad mekanı Cennet olsun...
Fatih Mehmet Yiğit




11 Eylül 2022 Pazar

Ural bozkırlarının Amazonları. (Genetik bu kızın Amazonlarla ilişkisini doğruladı) Resimdeki Meiramgul.

 




Ural bozkırlarının Amazonları.
(Genetik bu kızın Amazonlarla ilişkisini doğruladı)
Resimdeki Meiramgul.
Antik yazarlar Amazonlar hakkında anlattılar - cesur atlılardan oluşan savaşçı bir kabile, güzel ve zorlu. Bilim insanları uzun zamandır antik Yunan efsanesinin belirli bir tarihsel temelini keşfetmeye çalışıyor. Çoğu araştırmacı, Küçük Asya'da, günümüz Türkiye'sinin topraklarında efsanevi bir kabilenin izlerini aradı ve arkeolojik bulgular bunun nedeniydi. Ama iki buçuk bin yıl önce Privolga bozkırları dramatik olayların arenasıydı. Uçsuz bucaksız bozkır genişlikleri militan göçebelere aitti, şimdi sadece cenaze tepeleri tarafından hatırlatıldı.
Amerika Birleşik Devletleri'nden bir arkeolog Jenin Davis-Kimbell, Rus meslektaşı Leonid Yablonsky ile XX yüzyılın 90'larında Volga bölgesindeki höyük kazıları üzerinde çalışmaya başladı. Önce, arkeolog doksan yıl önce hırsızlar tarafından kazılan bir tepeyi araştırdı. Bir kazıda bir insan kafatası, diğerinde bir ayna buldular. Göçebe kültüründe ayna bir papaz ya da rahibenin işaretidir. Diğer tepelerde, araştırmacılar tüm iskeletleri buldu.
arkeologlar, soyguncuların sadece altın aradıkları varsayımına dayanarak diğer her şeyi görmezden geldiler. Ancak soyguncuların kazdığı tepeye altın döktüğü ortaya çıktı! Kazıda düzinelerce altın boncuk bulundu (kadın mücevher mi yoksa geçit silahı mı? ), ince işçilik altın broşlar, giyimden altın uygulamalar, saf gümüşten yapılmış kupa. Bozkırda görünmeyen bir höyük gerçek bir hazine çıktı. Eski arkeolog Leonid Yablonsky için bile böyle bir zenginlik vahşi doğadaydı.
Bu bulgular ne hakkında konuşuyor? Bulunan eşyalar arasında çok değerli bir kolye vardı. Janine Davis-Kimbell bu şeyi özel tuttu ve bunun için büyük umutları vardı - bulunun Amazon sorununu çözmeye yardımcı olacağını umdu.
Kemik kalıntıları üzerinde yapılan çalışma, sezgilerinin onu başarısızlığa uğratmadığını onayladı - kemikler kadındı. Kalça kemiklerinin deformasyonuna bakarsak, bu kadınlar çok zıplamışlar. Birçok höyük erkekler içinde gömüldü, ancak diğerleri yanında zengin cenaze hediyeleri ve değerli silahlar bulunan kadın iskeletleri içeriyordu. Bu tepeler Amazonlar hakkındaki efsanenin yaygın olduğu döneme ait. Homer cesur ve vahşi Amazon savaşçılarını ilk anlatan kişiydi. Bu bilgiyi hangi kaynaklardan aldığı bilinmiyor.
Genetik materyallerin analizi Privolga tepelerine gömülü göçebelerin cinsiyetinin ne olduğunu belirlemeye yardımcı oldu. Arkeolog kazılarından birinde 110'dan fazla ok ucu topladı, ancak bir kadın gömüldü. Araştırmacılar, çok önemli bir kişiliğin oraya gömülü olduğu sonucuna vardılar. Yani, bu kabilenin kadınları erkek savaşçıların yanında savaşa gitti ve hatta belki de baş rol oynadı.
Dar botlar içinde Amazon ayakkabılarının antika resimlerinde. Buna benzer bir bot tümsekte bulundu. Eski yazarların eserlerindeki tanımlamalara göre Amazonlar uzun boylu ve açık saçlıydılar. Volga bozkırlarından savaşçı atlılar neye benziyordu? Kalıntıları bulma konusunda Alman uzmanlar, bir kadının görünüşünü yeniden yarattılar - kaba özelliklere sahip sert bir yüz.
Arkeolog, Dr. Alexander Khokhlov, kadınlara hangi kemiklerin ait olduğunu tam olarak belirlemek için höyüklerden gelen yeni ve eski bulguları bir kez daha keşfet İyi korunmuş iskeletlerden bozkır göçebelerinin sadece cinsiyeti değil, kökeni, akrabalık bağları da tespit edilebilen genetik materyaller tespit edilmiştir.
Deney inanılmaz bir özenle hazırlandı. Baş uzman Dr. Burger'di - antik kemik kalıntılarından analiz için uygun DNA yapısını izole edebilen birkaç uzmandan biri. Dr. Burger kemik örnekleme yapıyor. Binlerce yıl sonra orada sadece DNA analizine uygun kumaşlar kalabilir.
Bozkır savaşçılarının eğlenceli tarihi Jenine Davis-Kimbell'i Antik Yunan sınırlarından, Küçük Asya ve Karadeniz'in Yunan yerleşim yerlerinden çok uzaklara götürdü. Sarmaty ve Güneydoğu Avrupa'nın diğer birçok göçebe halkları çoktan gitti, daha güçlü ve daha sayısız kabileler tarafından yer değiştiriliyor. Efsanelerden başka bir şey kalmamış sanki. Ama bu doğru değil - onların torunları bir yerde yaşıyor.
- Amazonların tarihini incelersem, onların soylarını görmem gerekir, o zaman tarih canlanır, - diyor Amerikalı arkeolog Jenine Davis-Kimbell.
Çin sınırından uzak olmayan, medeniyetten uzak, bir sığır çiftçisi köyü olan Jenin, "steppe Amazonlar" hakkındaki hipotez lehine somut kanıt buldu. "
Bu topraklara yolculuk başlı başına bir maceradır. Trenle Moğolistan üzerinden seyahat etmek, sonra uçakla kuzeybatıya uçmak günler alır. Ulgiy, göçebe büyükbaş hayvan yetiştiricilerinin bölgesindeki tek şehir olan Aimak Bayan-Ulgiy (Altay beşiği) sınırının başkentidir. Eski gelenek burada çok güçlü: yerel oklar, eski resimlerden Amazon oklarına benziyor. Yaylar çok uzun mesafeden ateş ediyor ve inanılmaz derecede büyük bir delme kuvveti var. Yaylar artık spor etkinliklerinde kullanılıyor. Çobanların kızlarının ve eşlerinin zarif kemerlerindeki süslemeler, Moğol bozkırlarından binlerce kilometre uzaklıkta bulunan höyüklerden arkeolojik bulgulara inanılmaz derecede benziyor. Kadınlar böyle desenlerin nereden geldiğini bilmezler, bunun arkasında çok eski bir gelenek var.
Şehrin yerel tarih müzesinde Ulgius Davis-Kimbell, nesnelere şaşırtıcı bir şekilde Amazon'un Yunan resimlerinden kopyalanmış gibi bakıyordu: mücevher, bot, keskin uçlu şapkalar. Şapkalardan biri boncuk işlemeli ve Volga bozkırındaki bir höyükten yapılmış altın süslemeyle aynı şekil ve desene sahiptir. Arkeoloğu şehirde değil, çoban ailesinin yazlık otoparkında bekleyen en ilginç şey. Yurtta arkeolojik kazılar temelinde yapılan göçebe yaşam tarzının yeniden yapılanmasına doğru bir şekilde karşılık gelen çok şey gördü. Oysa maddi kültür asıl değil, çok daha önemli olan insanların kendisi, kökeni.
Göçebe yurtlarında Moğol tipine sahip, kirli siyah saçlı insanlar yaşıyor. Bunlar Moğol değil, Bayan-Ulgiy aimak'ta nüfusun neredeyse tamamı Kazak. Kazak ailelerde açık saçlı beyaz tenli kızlar nadiren doğar. 10 yaşındaki çobanın kızı meiramgül böyle olur Meiramgul'ün gözleri tüm akrabaları gibi siyah değil, açık kahverengi ve bal. Yüzü salaş, düz, Moğol özellikli, ama teni diğer Kazaklardan çok daha parlak, hatta farklı bir ton bronz, güneşte yanmış açık Rus saçları altın döküyor.
Sarı saçlı Meiramgül ve annesi, görünüş olarak az benzeseler de, her ikisi de kadınsı çizgi ile nesilden nesile aktarılan genlerin taşıyıcısıdır. Karşılaştırmalı bir DNA analizi, Volga Bölgesi'nde iki buçuk bin yıl önce gömülen Meiramgül ile "steppe Amazonlar" arasında genetik bir bağlantı olduğunu gösterdi. Minik "Amazon" Meiramgül, uzak atalarının yaşam tarzından biraz farklı, sert göçebe koşullarında geleneksel bir yurtta yaşıyor. Kız çocuk kısacık ömrü boyunca bozkırda göçebe bir yaşam için gerekli olan çok şey öğrenmiş zaten.
- Bir kaşif olarak tüm serinliğimle heyecan verici bir andan kurtuldum. Askeri bozkır Amazonlar tarihinin hayat bulduğu bir kıza duygusal heyecanla baktım, - Jenine Davis-Kimbell.
Arkeolog Janine Davis-Kimbell ile Chicago Times'a röportaj:
Davis-Kimball, Batı Moğolistan'daki bir köyden gelen beyaz tenli küçük bir kız ile güneyindeki antik bir cenazeden alınan DNA örneği arasında genetik bir bağlantı keşfetti. 2500 yıllık mezarlara savaş kıyafeti giymiş kadınlarla, kılıç, hançer ve ok uçlarıyla gömüldü. Soru: 9 yaşındaki bir kızla Meiramgül ile bağlandığınızda ne hissettiniz?
Bu herkes için tam bir sürprizdi. ... Göçebe insanların çok farklı olduğunu biliyordum. Seyahat ettikçe diğer topluluklarla etkileşime geçtiler ve kaçınılmaz olarak karışık evlilikler oldu. ... Bir şeyin bu kadar yaygınlaşmasını beklemiyordum, bu gerçekten beklediğimden daha ileri gitti. Soru: O nasıl biriydi ve köyünde hayat nasıldı?
O çok tatlı küçük bir kız, ailesine çok yardımsever, her zaman bir şeyler yapmak isteyen, bu nüfusun tipik hali. Bu mutlak basitliğe dayalı bir yaşam tarzı. Ailesinin şehir bölgeleriyle teması yok. Genel olarak bu toplum pek değişmiyor. Televizyon, bilgisayar, internet, radyo, ulaşım gibi değişime neden olan şeylerden etkilenmezler. Birçok dış etkene maruz kalmıyorlar. Meiramgul'ün daha önce Batı'nın sakinini gördüğünden şüpheliyim. https://www.chicagotribune.com/.../ct-xpm-2004-08-04...


25 Ağustos 2022 Perşembe

Moğol ve Kazak bilim insanlarından Türk dünyasını heyecanlandıran keşif: Türk adının geçtiği ilk yazıt 40 yıl geriye gitti

 


Moğolistan’da efsanevi Türk liderlerinden İlteriş Kağan’a ait anıt ve üzerinde ‘Türk’ kelimesi yer alan bir yazıt bulundu. Kazak tarihçi Darhan Kıdırali, Türk dünyasında büyük heyecan yaratan yazıt için “Türk adının ilk kez geçtiği Göktürk döneminin en eski yazılı anıtı” dedi. Keşfi KARAR’a değerlendiren Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ise “Türk adının ilk defa 720’lerde Tonyukuk Yazıtı’nda geçtiğini biliniyordu, yeni yazıt bunu 40 yıl geriye çekiyor. Bu yazıt bütün bildiklerimizi değiştirecek” dedi.

SALİHA SULTAN

Moğolistan’ın Ötüken bölgesinde efsanevi Türk liderlerinden İlteriş Kutluk Kağan’a ait bir anıt ve Türkçe yazıt bulundu. Yazılı Türk edebiyatını sekizinci yüzyıldan yedinci yüzyıla taşıyan keşif, Uluslararası Türk Akademisi (UTA) ve Nomgon Vadisi’ndeki Moğolistan Arkeoloji Enstitüsü’nün 2016’dan beri yürüttüğü kazı çalışmaları sırasında yapıldı. Türkiye keşiften ilk olarak Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın Twitter hesabından 23 Ağustos tarihinde yaptığı “Kültekin ve Bilge Kağan’ın babası İlteriş Kutluğ Kağan’ın Anıt Kompleksi ve yazıtı bulundu” paylaşımıyla haberdar oldu. Türk, Moğol ve Orta Asya tarihlerinde kutsal başkent olarak kabul edilen Ötüken bölgesinde, Orhun Abideleri’nin güney batısında bulunan Arhangay’da yapılan kazılarda ortaya çıkan ve Türk ve Soğd dillerinde yazıldığı anlaşılan anıt yazıt, büyük heyecanla karşılandı.

Keşfi yapan Kazak ve Moğol bilim insanları, dün Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’da düzenlenen basın toplantısında elde ettikleri bilgileri bütün dünyaya duyurdu. Toplantıda konuşan meşhur Kazak tarihçi, Uluslararası Türk Akademisi Başkanı Darhan Kıdırali, Moğolistan Arkeoloji Enstitüsü uzmanlarıyla Ötüken’deki Nomgon ovasında ortaklaşa sürdürdükleri kazıda Bilge Kağan ile Kül Tigin’in babası İlteriş Kağan’ın külliyesi ve yazıtını keşfettiklerini söyledi. Kıdırali, “Anıt metninden elde edilen bilgilere dayanarak, Nomgon külliyesinin Göktürk Kağanlığını yeniden canlandıran Kül Tigin ve Bilge Kağan’ın babası İlteriş Kutluk Kağan’a ithaf edildiği sonucuna varılmıştır. Ayrıca bu külliye, ‘Türk’ adının ilk kez geçtiği Göktürk döneminin en eski yazılı anıtı olarak kabul edilmektedir” dedi.

‘ORHUN ANITLARI KADAR ÖNEMLİ’

Kıdırali, kazıda ortaya çıkan İlteriş Kağan külliyesinin de genel olarak oğulları Bilge Kağan ve Kül Tigin’in anıtlarına benzediğinin altını çizdi. Nomgon’daki İlteriş Kağan yazıtının üst tarafında vücudu ejderha şeklinde iki kurt başı simgelendiği bilgisini veren Kıdırali, “Taspar Kağan, Bilge Kağan, Kül Tigin ve diğer anıtların tepesine de bu tür kağanlık simgeleri olan ejderha biçimli kurt başlı bir şeklin çizildiği bilinmektedir. Nomgon anıtının, Orhun anıtları gibi Göktürk devleti için önemli bir anıt olduğu anlaşılmaktadır” görüşünü aktardı. Kıdırali, Uluslararası Türk Akademisi olarak kazı sonuçlarıyla ilgili bilimsel kitap hazırlayacaklarını ve tanıtımını ise tüm Türk devletlerinin başkentlerinde gerçekleştireceklerini sözlerine ekledi. Kazı ekibinin de yer aldığı toplantıda, yazıttan ve bölgedeki komplekste bulunan diğer buluntuların görselleri de basınla paylaşıldı. Yazıt metninin günümüz Türkçesine aktarılmış hali ise henüz yayımlanmadı




12 SATIRLIK METNİN SONUNDA ‘TARKAN’ İMZASI VAR

Basın toplantısında anıt yazıt hakkında detaylı bilgiler de paylaşıldı. Batıdan doğuya oval biçimde inşa edilen külliye toplamda 49 metrekare alana yayılıyor. Etrafına hendek kazılı olan külliyenin batı tarafında, alanın ortasına delikli taştan bir küp (sunak), taştan insan figürleri, iki yavrusu olan aslan heykeli ve iki koyun heykeli bulunuyor. Kapısına ise sırayla 51 balbal taş yerleştirilen külliyedeki bu taşlardan beş tanesinde ise Aşina ailesine ait olduğu bilinen ‘dağ keçisi’ sembolü tespit edildi. Yazıt ise külliyenin içindeki ibadet bölümü olduğu düşünülen bölümde bulundu. İbadet yerinin önünde yazıtın üst kısmı ve kaplumbağa şeklindeki temeli keşfedildi. Bulunan eserin iki yüzünde 12 satırlık eski Türk yazısı, üçüncü yüzünde ise eski Soğd yazısı bulunuyor. Keşfe katılan bilim insanları, yazıt metninde ‘Tanrı’, ‘Türk’, ‘Kutluk’, ‘Tümen’ gibi bir dizi kelime tespit etti. Anıtı yazan kişinin adının ise ‘Darkhan’, (Tarkan) olduğu belirtiliyor. Adına bu anıt dikilen İlteriş Kutluk Kağan, Kül Tigin’le Bilge Kağan’ın babası ve II. Doğu Göktürk Kağanlığı’nın kurucu lideriydi.


‘BÜTÜN BİLDİKLERİMİZİ DEĞİŞTİRECEK’

Türk tarihçiliğinin duayen isimlerinden Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Ötüken bölgesindeki keşfi KARAR’a değerlendirdi: İlteriş Kutluğ Kağan’ın Anıt Kompleksi ve yazıtı keşfi hakkında bilgim vardı, arkadaşlar paylaşmışlardı. Bu Kazak ve Moğol bilim insanlarının ortak çalışmasıyla yapılmış önemli bir keşiftir. Önden edindiğim bilgilere göre son derece önemli bir keşif çünkü o döneme ait bir yazıt daha önce bilmiyorduk. Türk adının bir metinde ilk defa 720’lerde Tonyukuk Yazıtı’nda geçtiğini biliniyordu daha önce, İlteriş Kutluğ Kağan Yazıtı bunu 692 yılı öncesine çekiyor. Yani başlangıcı ortalama 40 yıl geriye çekiyor. Türk adı ilk defa 720’de değil 692 öncesinde ortaya çıkmış oluyor. Yazıtta yer alan ‘tengri’, ‘kutluk’ gibi Türkçenin en önemli kelimelerinin geçmesi de Türk devleti ve inanç sistemi açısından büyük değer taşıyor. Dikdörtgen bir anıt alanı var, bunlar bizim külliye ya da kompleks dediğimiz devlet törenlerinin yapıldığı alanlardır. Diğer önemli yazıtlarımızda da aynı durum söz konusudur. Göktürk tarihi ve Türk tarihi için son derece önemli bir yazıt bulundu, bu yazıt bütün bildiklerimizi değiştirecek. Ben daha önce kitaplarımda Çince kaynaklardaki bilgileri yayımlamıştım, bu keşif bizim Çin kaynaklarından okuduğumuz bilgileri de teyit ediyor bir anlamda. Genel olarak eski Türk kültürünün derin damarlarını, köklerini açığa çıkarmada çok işe yarayacak önemli bir keşifle karşı karşıyayız. Resimleri de gördüm, ayrıntılı inceleme fırsatım olmadı ama keşfi yapan arkadaşlarımız bu konularda çalışmalarını yayımlayacaktır. Çünkü anıtı onlar buldu, bu çalışmaları yapmak ve yayımlamak onların hakkı, biz de onların çalışmalarını okumayı heyecanla bekliyoruz.

14 Ağustos 2022 Pazar

Kıpçaklar

 


Kıpçaklar! Tarihte Kuman-Kıpçak ortak adı ile anılan toplum, iki önemli Türk Boyu olan Kumanlar ve Kıpçakların bir araya gelerek güç birliği yapmasıyla ortaya çıkmış, 1000 yıllık bir tarih süreci içerisinde Ötüken’den Avrupa’ya göç  ederek Kültürleri ve Medeniyeti ile Türk Tarihinde önemli bir yer edinmiştir. 

Kuman-Kıpçak toplumu olarak andığımız bu Türk Boy birliği, Arap toplumları tarafından Kumanlar, diğer Türk boyları tarafından "Kıpçaklar", Avrupa ve diğer dünya toplumları tarafından “Kunlar” olarak tanınmaktadır. Bu unvan farklılıklarının sebepleri çok açıktır. Hun kökenli olan ve Hun tarihinde ismi geçmeye başlayan bu toplum kendisini HUN olarak ifade etmekteydi. Batıya göç hareketine katılan tüm Türk Toplumlarında olduğu gibi Batı göçüne katılıp İç Asya’dan uzaklaşan toplumların unvanlarında telaffuz değişiklikleri gerçekleşir. Örnek olarak İç Asya’da Oğuz olarak anılan toplumların batıya göç eden kolları Ogurlar olarak anılmakta, böylelikle aynı kökene sahip ancak ayrılmış toplumlar aynı unvanı anons değişiklikleriyle kullanmaya devam etmektedirler. Hun kökenli olan bu toplumda batıya göç hareketine girişip İç Asya’dan uzaklaşınca kendilerin Kunlar denilmeye başlanmıştır. Arap toplumları ise bu boy birliğinin bir parçası olan Kuman boyu ile yakın ilişkiler içerisine girdiği için Kumanlar olarak tanımıştır. Diğer Türk boyları tarafından Kıpçaklar olarak anılmasının sebebi ise kültürel yapıları itibariyle Kıpçak kültürünün hakim olduğu bir toplum haline gelmiş olması sebebiyledir. Zira Kıpçaklar, kültürleri, folklorları ve kendilerine has alışkanlıkları ile güçlü bir müstakil kültür yapısına sahiplerdi. Kıpçakların bu güçlü kültürel dokusu zamanla Kumanlara da tesir etmiş, Kumanların Kıpçak kültürünü benimsemesi ile Kıpçaklaşmaya başlamışlardır. 

Türk Tarihinin içindeki yerini dikkate alacak olursak, onlara Kunlar dememiz pek doğru olmayacaktır. Zira Hun kökenli ve batıya göç eden pek çok toplum bulunmaktadır. Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar, Ogurlar(Bulgarlar) tümüyle Hun kökenlidir. Kun ünvanı bu toplumların tümü için geçerli genel bir unvan olabilir. Bu sebeple biz tarihte Kuman-Kıpçak birliğini oluşturup Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz’de hüküm süren bu topluma baskın kültürleri hasebiyle Kıpçaklar diyeceğiz. 


Kıpçakların Kökeni

Kıpçakların kökenlerini Türk Tarihinin milat öncesi dönemlerine kadar takip edebilmekteyiz. M.ö. 2. Yüzyılda Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında bulunan Çungarya Havzasında yaşayan Wu-Sunlar, 10 asır sonra karşımıza çıkan Kıpçakların takip edebildiğimiz en eski atalarıdır. Wu-Sunlar, Hun döneminde (M.ö. 220’li yıllar) bölgelerinde önemli ve büyük bir güç durumundaydılar. Zira Hun İmparatoru Teoman, Wu-Sunları henüz kendisine tabi kılamamıştı. Wu-Sun’ların Hun Birliğine dahil olmaları Mete Han Döneminde gerçekleşebildi (M.ö. 200’lü yıllar). Kıpçakların ataları olan Wu-Sunlar, Mete Han döneminde Hun Birliği içerisinde yer almış, Hun Birliğinin dağılıp bölünmesiyle bağımsız olarak varlıklarını sürdürmüş, kalabalık kitleler halinde yaşayarak, devletleşemeseler de varlıklarını bağımsız olarak devam ettirebilmişlerdi. Wu-Sunlar, M.s. 500’lü yıllardan sonra önce Büyük Göktürk İmparatorluğuna sonra İkinci Göktürk İmparatorluğuna tabi oldular. Göktürk Devletlerinin yıkılmasından sonra ise Uygurlara tabi olmayıp mücadele içerisine giriştiler. Uygur Devletinin baskıları Wu-Sunların daha da batıya göç etmelerine sebep oldu. Bu göç hareketiyle Karluk Devletinin hakimiyeti altına aldığı coğrafyada ulaşan Wu-Sunlar Karluklarla nispeten iyi ilişkiler içerisine girmişti ancak 840 Yılında Uygur ve Karluk Devletlerinin Karahanlılar Devleti bünyesinde birleşmesiyle bu kez Büyük Karahanlı Devleti ile anlaşmazlığa düştüler. 840 Yılında Karluklar ve Uygurların yıkılmasıyla ortaya çıkan Büyük Karahanlı Devleti Kadim Türk Coğrafyası Ötüken’in yegane hakimi durumuna gelmişti. Wu-Sunlar, Karahanlılar döneminden itibaren Kıpçaklar olarak anılmaya başlanmıştır. 


Kıpçakların Karahanlı Devleti ile ilişkileri tabiyet şeklinde gerçekleşmedi. Oldukça kalabalık ve güçlü bir boy olan Kıpçaklar, İslamiyet’i devlet dini olarak kabul eden Karahanlıların tabiyeti altına girmeyi reddettiler. Bu nedenle Karluklar dönemindeki iyi ilişkiler Karahanlılar döneminde düşmanlığa dönüştü. Karahanlıların kuzeydoğu sınırlarında yaşayan Kıpçaklar, Karahanlıların büyük kağanı Ahmet Togan Han döneminde baskı altına alınınca bulundukları bölgeden uzaklaşmak zorunda kaldılar (M.s. 1000). Ancak bu kez Doğu ya da Batı’ya değil daha kuzeye, Altay Dağı eteklerine doğru ilerlediler. 

Altay Dağı etekleri, Kıpçakların göç hareketine giriştiği tarihlerde diğer bir Türk boyu olan Kimeklere ev sahipliği yapıyordu. Altay Dağlarının güneyi, iklimi ve coğrafi şartları gereği yoğun göçler almayan bir bölgeydi. Kıpçaklar gibi Göktürk Devleti döneminde Göktürk Birliğine bağlı olan Kimekler, Göktürklerin yıkılmasıyla bu bölgeye yerleşmiş ve 800’lü yıllardan itibaren bağımsız olarak yaşamaktaydılar. Kıpçakların, Kimek hâkimiyeti altındaki Altay Dağı eteklerine göç etmeleri, bu iki bağımsız toplumu bir araya getirdi. Kimekler aslında Kumanlar olarak bildiğimiz toplumun ta kendisidir. Kuman-Kıpçak birliğinin temelleri de bu göç hareketi ile birlikte atılmış, Altay Dağlarının güneye eteklerinde birleşen Kumanlar ve Kıpçaklar bu tarihten sonra kaynaşarak tarih sahnesine sürekli olarak birlikte anılmaya başlanmıştır. 

Kumanlar, bu bölgede 200 yıldır (800-1000 yılları arasında) bağımsız olarak yaşamaktaydılar. Karahanlıların baskısı sonucu Kumanların hâkimiyeti altındaki Altay Dağı eteklerine göç eden Kıpçaklar ise sayıca kalabalık olmalarına rağmen yeni göç eden bir toplum olarak önce Kumanların hâkimiyeti altına girmişlerdir. Bu birliktelik, ilerleyen zamanlarda Kıpçakların ön plana çıkması ile Kumanların Kıpçaklara tabi hale gelmesi şeklinde tezahür etti. Kuman-Kıpçak birliği ile güçlerini birleştiren bu iki Türk Boyu artık Arap ve Batı tarih kaynaklarında Kumanlar, Türk boyları arasında Kıpçaklar olarak anılmaya başlanacaktır. 

Kuman-Kıpçak birlikteliğinin yeni vücut bulduğu 1000’li yıllarda, politik açıdan sakin bir bölge olan Altay Dağı etekleri doğudan yükselen Moğol Kökenli Karahıtaylı baskılarına maruz kalmaya başlamıştı. Giderek güçlenen Karahıtaylı Devleti, Altay Dağı eteklerine doğru genişlemeye başlamış, Kuman-Kıpçak birliği Karahıtaylı tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu baskılar neticesinde Altay Dağı eteklerinde tutunamayan Kuman-Kıpçak birliği, güneye doğru göç etmek zoruda kalmış, Hazar Denizinin kuzeydoğusuna ulaşmışlardır. 
 

Kıpçaklar'ın Batıya Göçü

Kadim Türk Yurdu Ötüken’den başlayan göç dalgaları Kıpçakları Kumanlarla birleştirerek Hazar Denizinin kuzeydoğusuna kadar sürüklemişti. Hazar Denizi, bu tarihlerde (1040) Uzlar (Batı Oğuzları) ve Peçeneklerin mücadelesine sahne oluyordu. Hazar Devletinin ticaret kervanlarını yağmalayan Peçenekler, yine Hazar Devletinin sınır güvenliği için görevlendirdiği Uzlar tarafından kuzeye doğru sürükleniyordu. Kıpçaklar, giriştikleri göç hareketiyle Uzların sahasına girmekte, Uzlar ise Peçenekleri batıya doğru sürüklemekteydi. Bu sürek mücadeleler neticesinde Peçenekler Hazarın Kuzeyinden itil nehrini geçerek Doğu Avrupa’ya doğru ilerlediler. Uzlar ise Kıpçak baskılarıyla Peçeneklerin ilerlediği güzergahtan peşlerinden İtil nehrini geçerek Doğu Avrupa coğrafyasına ayak bastılar. Önde Peçenekler, arkalarında Uzlar, en arkalarında ise Kıpçaklarartık İtil Nehrini aşmış, Doğu Avrupa coğrafyasına ulaşmışlardı. 

Kıpçakların, Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz bölgelerine ilerleyişi Hazar Denizindeki ilerleyişlerinden çok daha hızlı gerçekleşti. Zira Doğu Avrupa’da küçük sayılabilecek topluluklar halinde yaşayan, Doğu Roma’nın “Barbar Kavimler” olarak adlandırdığı Macar, Bulgar ve Slav prenslikleri Doğu Roma’nın Kuzey Politikaları ile birbirleriyle mücadele etmekteydi. Sayıca çok daha kalabalık olan Peçenekler, Uzlar ve Kıpçaklar bu bölgede kolayca söz sahibi oldular. 

1030-1050 yılları arasında Kuzey Karadeniz bölgesi tamamen Peçenek hakimiyeti altındaydı. 1050’li yıllarda Uz baskıları Peçeneklerin hâkimiyet alanlarını Kuzey Karadeniz’in batı kıyılarına kadar daralttı. Peçeneklerin Uzlar üzerinde kurduğu baskılar neticesinde Kuzey Karadeniz’in Batı Kıyıları Peçeneklerin, doğu kıyıları Uzların hâkimiyeti altına girdi. Kıpçakların Kuzey Karadeniz’e ulaşması ile bu durum tümüyle çehre değiştirdi. Güçlü ve oldukça kalabalık bir göç hareketiyle Kuzey Karadeniz’e ulaşan Kıpçaklar, Uzları baskı altına alarak Batıya doğru sürüklediler. Doğu Roma ile Uzlar arasında kalan Peçenekler, Uzlara tabi olmak zorunda kaldılar. Uzlar ise doğusundan gelen Kıpçak akınlarına dayanamayıp Kıpçaklara tabi olmak zorunda kaldılar. 

Kıpçakların Doğu Avrupa’ya ulaştığı yıllarda tek komşuları Peçenekler ve Uzlar olmamıştı. Doğu Avrupa’nın kuzeyinde küçük prenslikler halinde yaşayan Slav Knezlikleri bulunuyordu. Bu Knezlikler aynı kökenden gelen Slav toplumları tarafından kurulmuş, birbirlerinden bağımsız hareket eden ayrı prenslik şeklinde yaşamaktaydılar. Kendi içlerinde ihtilafa düşmedikleri zaman ortak düşmanlarına karşı birleşen, sonrasında tekrar bağımsız hareket eden bu prenslikler, Doğu Roma’nın Kuzey Politikaları ile kontrol altına aldığı Doğu Avrupalı Barbar kavimlere nispeten daha güçlü ve daha kalabalıktı. Bu bakımdan Kıpçak Devletine karşı koyabilen tek güç olmuşlardır. 

Kıpçakların Doğu Avrupa’ya ayak basmalarıyla bölgedeki güç dengelerinin bozulmasından endişe eden Slavlarla Doğu Avrupa’da yayılmak isteyen Kıpçaklar arasındaki ilk mücadele 1050 yılında ortaya çıktı ve takip eden birkaç yıl boyunca devam etti. Uzun yıllar sürmeyen ve taraflardan birinin üstünlüğü ile sonuçlanmayan bu mücadeleler 1055 yılında sona erdi ve Preyeslav Knezliği ile Kıpçaklar arasında ilk barış antlaşması yapıldı. Aslında bu bir Barış değil, kaçınılmaz savaşın şartlar gereği ertelenmesiydi. Zira Slav Knezlikleri tek başlarına Kıpçaklarla mücadele edecek güce sahip değillerdi ve henüz güç birliği yapabilmiş değillerdi. Kıpçaklar ise Peçenekler ve Uzlar üzerinde kesin bir hakimiyet sağlayıp Kuzey Karadeniz’in kontrolünü tam olarak ele geçirememiştiler. Kıpçakların Kuzey Karadeniz’in kontrolünü ele geçirmeleri uzun sürmedi. Zira Kıpçaklar Uzlara ve Peçeneklere göre çok daha güçlü durumdaydılar. 1060 yılına gelindiğinde Kıpçaklar, Uzlar üzerinde baskı kurarak Kuzey Karadeniz’deki hâkimiyetlerini kesinleştirdiler. Peçenekler ise Uz baskıları sonucunda Doğu Roma’ya yakınlaşarak Kuzey Karadeniz’deki hâkimiyetlerinden vazgeçerek Doğu Roma himayesinde yaşamayı tercih eder hale gelmişlerdi. Kıpçakların, Kuzey Karadeniz’deki hâkimiyetlerini sağladıktan sonra kuzeye doğru ilerlemesi kaçınılmazdı. Slav Knezlikleri de bunun farkındaydı ve Kıpçaklara karşı güç birliği yapmışlardı. 1055 yılında varılan suni barış 1061 yılında sona erdi. Kuzeye doğru ilerlemek isteyen Kıpçaklar, güç birliği yapan Slav Knezlikleri ile karşı karşıya geldiler. Kıpçaklar bu mücadelede ağır bir yenilgi alarak geri dönmek zorunda kaldılar. Kıpçaklar uzun süredir mağlup olmamış ve savaştan eli boş dönmek zorunda kalmamıştı. Slavlar, kazandıkları zaferden sonra Kıpçaklar üzerindeki baskıyı arttırmak için Peçenek ve Uzları desteklemeye başladılar. Kıpçaklar bu tehlikeli durum karşısında hem mağlubiyetlerinin intikamını almak hem de Slav-Peçenek-Uz birlikteliğine son vermek için kısa bir süre içerisinde tekrar ordusunu toplayıp Kiev yakınlarına ilerlediler ve birleşmiş Slav ordusu ile karşı karşıya geldiler (1061). Bu kez kazanan taraf Kıpçaklardı. Kıpçakların elde ettiği bu kesin başarı Slav tehlikesini savuşturduğu gibi Slavların Peçenek ve Uzlarla ittifak etmesini de önledi. 

Kıpçakların bir sonraki hedefi Uzlar oldu. Batısında Peçeneklerin Doğu Roma ile yakın ilişkiler içerisine girmesi ve Slavların Kıpçaklar karşısında yenilmesi Uzların sonunu hazırladı. Kıpçaklar, üzerinde baskı kurarak zayıflattıkları Uzları tamamen mağlup ederek tabiiyetleri altına aldılar (1064). Kuzeyde Slavlara karşı kazanılmış, güneyde Uzlar mağlup edilmiş, Peçenekler ise küçülüp zayıflayarak Doğu Roma’nın himayesine girmişlerdi. Kuzey Karadeniz ve Doğu Avrupa artık tam anlamıyla Kıpçak yurdu haline geldi. Bu tarihten sonra söz konusu coğrafyanın adı “Desti Kıpçak” olarak anılmaya başlandı. Doğu Avrupa’nın güneyini kontrol altına alan Kıpçaklar için yeni hedef artık Kuzey Avrupa olacaktır. 


Kıpçakların Kuzey Karadeniz'i Desti Kıpçak (Kıpçak Yurdu) Haline Getirmesi

1061 Kiev mağlubiyeti sonrasında Slav Knezlikleri iç karışıklıklar yaşamaya başlamışlardı. Kıpçakların kuzeye ilerleyişleri başladığında ise Slavlar karşı koyamayacak durumdaydılar. Kıpçaklar önce Preyeslav Knezliğine sonrasında Çernigov Knezliğine ulaştılar. Slav Knezlikleri Kıpçaklara karşı ciddi bir mukavemet gösteremiyorlardı ve Slav Knezlikleri bir bir zaptediliyordu. Kıpçaklar 1071’de Rostovtsev ve Nehayin bölgelerine, 1079’da Voin’e, 1080’de Novogrod ovasına ulaştılar. Kıpçaklar aldıkları zaferlerle sınırlarını Don-Dnester bölgesi, Balkaş-Talas sahası ve Tuna Nehrine kadar genişletmişlerdi. Kıpçakların akınları 1090 yılına kadar devam etti. Kıpçaklara karşı koyamayan Slavlar, Kıpçakların dostluğunu kazanmak için altın, kumaş, hayvan sürüleri ve hediyeler gönderir duruma gelmişlerdi. 

Kıpçakların Kuzey Karadeniz ve Kuzey Avrupa’daki hâkimiyetleri artık kesinleşmişti. Uzlar tamamen mağlup edilerek tebaa haline getirilmiş, Peçenekler ise etkisizleştirilmişti. Doğu Roma’nın himayesi altında yaşayan Peçenekler, Uzlar gibi mağlup olmamışlar ve tam olarak Kıpçaklara tabi olmamışlardı. Bu durum Peçenekler için halen tehlike oluşturuyordu. Üstelik Doğu Roma, Kıpçaklarla mücadele içerisine girmiyordu ve olası bir Kıpçak akınında kendilerini Kıpçaklara karşı korumayacaktı. Peçenekler, bu durum karşısında Kıpçaklara karşı barış istediler (1087). Kıpçaklar önceleri bu teklifi kabul ettiler ancak 1091 yılında durum değişti. Doğu Roma’ya paralı askerlik yapan Peçenekler, Selçuklular ve Macarlarla anlaşarak Doğu Roma’yı kuşatmaya karar vermişlerdi. Doğu Roma ise bu durumu öğrenince Kuzey Politikaları’nı devreye sokup Peçenek-Macar-Selçuklu ortaklığına karşı Kıpçaklarla anlaştı. İstanbul’u kuşatmaya hazırlanan Peçenekler ve Macarlar, ummadıkları bir anda Kıpçak taarruzuna maruz kaldılar (1091). Kıpçakların bu hesapta olmayan taarruzu İstanbul’un kuşatılmasına mani olduğu gibi Peçeneklerinde sonu oldu. Doğu Roma’nın himayesini kaybeden, Selçuklulardan ise yeterli desteği göremeyen Peçenekler, Kıpçaklara karşı savunmasız durumda kaldılar. Kıpçaklar da bu durumdan istifade ederek Peçenekleri kesin bir mağlubiyete uğratıp Balkanlardaki Peçenek halkını tabası haline getirerek daha da güçlendi. 

Kıpçaklar, Kuzey Karadeniz’deki tüm Türk boylarını mağlup edip bünyesine katarak daha da güçlenmişti. Artık hedef yine Kuzey Avrupa’ydı. Slavlar iç karışıklıklarını çözmüşseler de hâkimiyet alanları önemli ölçüde Kıpçakların eline geçmişti. Kıpçaklar, Slavların güçlenmesine fırsat vermeden tekrar Kiev Knezliğine saldırdı. 1070’li yıllarda başlayan Kıpçak akınlarındaki gibi ağır mağlubiyetlerle karşılaşmak istemeyen Slav Knezlikleri çok direnmeden 1094 yılında vergi, haraç ve Kiev Knezinin kızının Kıpçak başbuğuyla evlenmesi karşılığında barış istediler (1094). Kıpçaklar bu barışı kabul ettiler ancak bu barışta uzun sürmedi. Kiev Knezi, vergi ve haraç tahsilâtı için gelen Kıpçak elçilerini haince öldürünce Kıpçaklar yarım bıraktıkları Kuzey Akınlarına tekrar başladılar. Bu kez taarruz iki koldan gerçekleşiyordu. Büyük Kağan Togorhan Preslavl şehrine, Ortak Kağan Bönek ise Kiev’e saldırıya geçti. Ortak Kağan Bönek, Kiev’i zapt edip Kiev Knezinin saltanat makamını ve tahtını yaktı ancak daha fazla ilerleyemeden geri çekilmek zorunda kaldı. Zira Büyük Kağan Togorhan, diğer Slav Prensliklerden gelen yardım birliklerinin ulaşmasıyla Preslavl’ı zaptedememiş ve savaş meydanında ölmüştü. Bönek, savaşı kazanmıştı ancak Büyük Kağanlık makamı boş kalmıştı. Kıpçaklar, kazanılan zafere rağmen geri dönmek zorunda kalarak Kuzey Akınlarını yarıda bıraktı (1094). 

Togorhan’ın ölümünden sonra Kıpçakların büyük kağanı Küre Han olmuştu. Küre, babasının intikamını almak ve yarım kalan Kuzey Akınlarını tamamlamak için tekrar Kiev Şehrine girdi. Şehri zapt edip babasının intikamını almıştı ancak Kuzey Akınları daha fazla ilerlemedi. Slavlar tekrar barış isteyince 1095 yılında yeni bir barış antlaşması sağlandı. Antlaşmanın şartı olarak Akrabalık bağı kuruldu ve Kiev ve Çernigov Knezleri Başbuğ Küre’nin kızlarıyla evlendi. Bu yeni antlaşmayla Kıpçaklar ile Slav Knezlikleri arasında iyi ilişkiler gelişmeye başladı. Hatta Volinya Knezliği Kıpçaklarla işbirliği yaparak Macarlara saldırdılar (1099). Kıpçaklarve Slavlar ilk kez müttefik olarak bir savaşa katılmışlardı. Macar savaşının hemen ardından bir barış antlaşması daha yapıldı ve ittifak güçlendirildi. Ancak her şeye rağmen bu barışta diğer barışlar gibi uzun sürmedi. Kiev Knezi Svyatopolk, ani bir baskın yaparak hiçbir neden yokken Kıpçak Başbuğu Küre’yi çadırında öldürdü ve antlaşmayı bozdu (1103). 

Küre Han’dan sonra yerine geçen oğlu Şaru Han’ın intikamları çok büyük oldu. Kıpçaklar, 3 yıl boyunca aralıksız olarak Slav Knezliklerine akınlar düzenlediler. Manastırları yaktılar, şehirleri yağmalayıp ganimet topladılar, karşılarına çıkan tüm Slav Knezliklerine karşı savaş ilan ettiler. 3 yıl süren yoğun saldırılar neticesinde Slav Knezlikleri üzerinde tam anlamıyla bir baskı kurulmuş durumdaydı. Kuzey Akınları 1095 yılına kadar şiddetle devam etti ancak Şaru Han’ın genç yaşta hastalanarak ölmesi üzerine Kıpçaklar zor duruma düştüler (1095). Yerine geçebilecek yetenekli bir veliaht bulunamıyordu. Kıpçak akınları yeterli tecrübeye sahip olmayan Başbuğlar tarafından idare edilmeye başlanınca Kuzey Akınları zayıflamaya başladı. Başsız kalan Kıpçaklar Kuzey Akınlarına son vermek zorunda kaldılar. Kıpçaklar artık Slavlara karşı üstünlüklerini kaybeder duruma gelmişlerdi. Aynı tarihlerde Selçuklular Anadolu içlerinden Kafkaslara doğru ilerliyorlardı. Kafkaslar Selçuklu akınlarına maruz kalınca Kıpçaklar için yeni bir cephe açıldı. Kıpçaklar, Kuzey Akınlarından vazgeçip Kafkaslarda Selçuklular ile mücadele içerisine girişmeye başladılar. 1118 yılında gerçekleşen Kıpçak-Selçuklu savaşının Kıpçakların üstünlüğüyle sonuçlanması ile Selçukluların Kafkaslardaki hakimiyeti sonar erdi. Kıpçaklar ise sınırlarını Şirvan, Ermenistan ve İran’a kadar olan bölgeyi içerisine alacak şekilde güneye doğru genişlettiler. 


Kıpçakların Zayıflaması

Kıpçaklar 1120’li yıllardan sonra Kuzey Avrupa’daki hakimiyetlerini giderek kaybetmeye başlamış ancak güneyde Kafkaslara hakim hale gelmişlerdi. Kuzeydeki Slav üstünlüğü 1150 yılına kadar devam etti. Bu süre zarfında Kafkaslar, Kuzey Karadeniz ve Hazar Denizinin kuzeyini kontrolü altında tutan Kıpçaklar, 1150 yılından itibaren güçlenerek tekrar Kuzey Akınlarına başladılar. 1150-1154 yılları arasında devam eden Kuzey Akınlarıyla Çernigov, Preyeslav, Novgorod ve Seversk Knezlikleri Kıpçak akınlarına karşı koyamayıp hâkimiyetleri altındaki bölgeleri Kıpçaklara bırakarak daha kuzeye, Suzdal bölgesine çekilmek zorunda kaldılar. Artık Doğu Avrupa’nın neredeyse tamamı Kıpçakların hakimiyeti altına girmişti. Kıpçakların 1150 yılında başlattığı kuzey akınlarının şiddeti 1177 yılına kadar devam etti. Bu süre zarfında Kıpçakların kuzey hâkimiyetleri giderek genişledi. Kıpçakların 1150-1177 yılları arasındaki hakimiyet dönemleri 1177’deki Slav Birliği ile sekteye uğradı. Kiev Knezi Svyatoslav, diğer Slav Knezliklerini kendi etrafında birleştirerek güçlü bir ordu hazırladı. Kıpçak Başbuğu Konçak ve Kobyak’ın birlikte katıldığı bu akında güçlerini birleştiren Slav Knezliklerine mağlup olunca ağır kayıplar ve binlerce esir vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. 1177’deki mağlubiyete esasında Slavların birleştiğinden haberi olmayan Kıpçak ordusu için bir sürpriz olmuştu. Zira Slav güçleri birleşse bile Kıpçak ordusuna karşı koyabilecek durumda değildi ve Kıpçakların 1177’deki Kiev akınında hazırlıksız yakalanmasına sebep olmuştu. Kıpçakların kuzey akınları bu mağlubiyete rağmen devam etti. 1185 yılında Slav güçleri bu kez Seversk Knezi İgor etrafında birleşmişti. Bu kez hazırlıklı olan Kıpçaklaryeterli güçte ordu ile hücum edince Aşağı Don Nehri civarındaki akında Slav ordusu ağır bir hezimete uğratıldı. Bu savaşta Kıpçaklar, tüm Slav ordusunu yok ederek Slavlara ağır bir hezimet yaşattılar. Knez İgor, bu savaşta tüm ordusunu kaybetmiş olsa da kendisi kaçmayı başarmıştı. Bu savaşın Rus tarihinde izleri öyle derindir ki, İgor’un Savaş alanından kaçması Rus Milli Destanına konu olmuştur. Bu destanda Türklerin Dini, Kültürel ve Askeri vasıflarına vurgular yapılmakta, Kıpçakların Slavları ne denli tesir altına aldıkları açıkça görünmektedir. 

Kıpçakların Doğu Avrupa’daki tartışmasız hâkimiyetleri 1200’lü yıllarda zayıflamaya başladı. Doğu Roma, Anadolu’da yükselen Selçuklu hâkimiyetiyle baş etmek zorunda kalarak Balkanlar ve Doğu Avrupa üzerindeki Kuzey Politikalarından vazgeçmek zorunda kalmıştı. Bu durum, Doğu Roma’nın “Barbar Kavimler” olarak adlandırdığı Doğu Avrupa kavimlerinin, Doğu Roma politikalarının zayıflatıcı etkilerinden arınmalarıyla güçlenmelerine yol açtı. Bunun yanında Avrupa savaş ekonomisinden ticaret ekonomisine doğru toplumsal bir geçiş dönemi yaşıyordu. Avrupa’da gelişen ticaret kültürü, Doğu Avrupa’daki kavimlerin Savaşlarla değil Ticaretle geçinebilmesine olanak tanımıştı. Doğu Avrupa’nın neredeyse tamamına hâkim olan Kıpçaklarında Avrupa’da gelişen ticaret kültürü akımından etkilenmesi kaçınılmazdı. Kıpçak boyları zamanla daha çok ticaretle iştigal etmeye başladı. Barbar Kavimlerin Kuzey Politikalarından arınarak güçlenmesi, Avrupa’da yükselen ticaret kültürü ile Kıpçak boylarının giderek ticarete önem vermesi Kıpçakların askeri üstünlüklerine sekte vuracaktır. 1200’lü yıllardan itibaren Kıpçak-Slav mücadelelerindeki Kıpçak üstünlüğü artık yerini Slav üstünlüğüne bırakmaya başlamıştır. Bunun yanında Kıpçaklar, Doğu Avrupa’daki ticarette önemli bir aktör haline gelmeye başlamış,  bu durum diğer Doğu Avrupa ülkeleri ile yakınlaşmasını sağlamıştı. Avrupa’da gelişen sosyopolitik dengeler ile kuzeydeki gücü azalan Kıpçaklar, güneyde de daha farklı etkenlerden ötürü etkisini kaybetmeye başladı. Kıpçaklara tabi olan Kanglı, Kuman, Uran ve bazı diğer küçük boylar Mezopotamya da hâkimiyet alanını genişleten diğer bir Türk Devleti olan Harezmşahlar ile yakınlaşmaya, Harezm ordusunda görev alarak Kıpçaklardan kopmaya başlamışlardı. Kuzey ve Güneydeki menfi durumlar her şeye rağmen Kıpçakları Doğu Avrupa’nın yegâne gücü olmaktan çıkartamamıştı. Zira Doğu Avrupa’da halen Kıpçaklara karşı koyabilecek güçte bir devlet yada toplum bulunmuyordu. Bu durum, Moğol İstilalarının Avrupa’ya ulaşmasıyla tamamen bozuldu. Ne ilginçtir ki babası bir Kıpçak Türkü olan Moğol İmparatoru Cengiz Han (Temuçin), 1220 yılında Kafkaslara ulaştığında son mücadelelerini ata torunları olan Kıpçaklara karşı vermiştir. 

Moğol Orduları, 1220’de Gürcistan’a ulaşmış, Kıpçak devletinin sınırlarına kadar ilerlemişti. Moğolların acımasızlığı biliniyordu. Cengiz Han’ın ordularının Avrupa’ya girmesi, tüm Avrupalı halklar için ölüm, yağma ve talan demekti. Bu vahim durum karşısında yüzlerce yıldır düşman olan Kıpçaklar, Slavlar ve Macarlar güçlerini birleştirdiler. Bu güç birliği, öncü Moğol güçlerini engellemeyi başarmıştı. 1222’de Kalka Nehrini geçen öncü Moğol Ordusu, Kıpçak-Slav-Macar ortak güçleri tarafından Kalka Nehrinin gerisine püskürtülmüştü ancak bu öncü Moğol gücü buz dağının sadece görünen kısmıydı. Moğollar, 1223’de daha güçlü bir orduyla Kalka nehrine geldiklerinde Kıpçak ve Slavların birleşerek oluşturdukları ordu Moğolları durdurmaya yetmedi. Moğollar Kıpçak-Slav ordusunu mağlup ederek Kalka Nehrini geçtiler ve Avrupa’ya doğru ilerlemeye başladılar. Moğol İstilaları hem güçlü hem de sürekliydi. Kıpçaklar, Takip eden yıllar boyunca devam eden Moğol Akınlarına karşı koymaya çalıştılar ancak Moğolların, Kıpçakların Kafkas hakimiyetine son vermeleri kaçınılmaz olmuştu. Kıpçaklar, Moğol İstilalarıyla boğuşurken önemli bir liman kenti olan Şuğdak Selçuklular tarafından ele geçirildi (1226). Şuğdak Limanı çok önemli bir ticaret kentiydi. Zira Doğu Avrupa’nın Karadeniz üzerindeki ticaret yolu Şuğdak limanından geçiyordu. Şuğdak’ın kaybedilmesi Kıpçakları zamanla çok daha zor bir duruma sürükledi. Avrupa’da yükselen ticaret kültürüne ayak uyduran Kıpçak boyları, Şuğdak Limanının kaybedilmesiyle ekonomik zorluklar yaşamaya başladılar. Giderek büyüyen ekonomik sorunlar neticesinde Kıpçak Devleti artık vergi toplayamaz, ticaret kervanlarından ve gemilerinden harç alamaz duruma gelmişti. 

1200’lü yıllar, Kıpçaklar tarihinin en zor dönemecine girdiği dönem olmuştur. Doğu Roma’nın, Selçukluların baskıları sonucu Kuzey Politikalarını uygulayamaz duruma gelmesi üzerine Doğu Avrupalı “Barbar Kavimler” güçlenmiş, Avrupa’da yükselen Ticaret kültürü Kıpçak boylarının askeri niteliklerini zayıflatmış, Moğol İstilaları Avrupa’ya ulaşmış ve Kıpçakların tartışılmaz hâkimiyetine son vermiş, Şuğdak limanı Selçuklular tarafından zapt edilince ekonomik çöküntü meydana gelmişti. Kıpçaklar artık varoluş mücadelesi veriyorlardı. Moğollar 1227’de İtil Bulgarları üzerine hücum edince Kıpçak yurdu hem doğudan hem kuzeyden kuşatılmış oldu. Moğol Akınlarının en tesirli olduğu savaş Don Nehrinde meydana geldi. 1227’de gerçekleşen Don Nehri savaşında Moğollar Kıpçakları ağır bir mağlubiyete uğrattılar. Üstelik Kıpçak Başbuğu, bu ağır mağlubiyetten sonra öldürülme endişesiyle Kıpçak Başkentine gitmeyip Macarlara sığınmıştı. Moğol İmparatoru Cengiz Han ise bu savaştan kısa bir süre sonra vefat etti. Kıpçak Başbuğunun ülkesine dönmemesi Kıpçaklarda büyük bir yönetim boşluğu oluşturdu. Başbuğ ülkesine geri dönmüyor, bu sebeple yerine yeni bir Başbuğ seçilemiyordu. 

Kıpçaklar yönetim boşluğuyla uğraşırken Moğol İstilalarından kaçan İtil Bulgarlarını kalabalık kitleler halinde yurtlarını terk ederek Kıpçak yurduna sığınıyorlardı. Artan Moğol İstilaları ile giderek zayıflayan ve 1237 yılında tamamen yıkılan İtil Bulgar Devletine tabi olan Bulgar Boyları, kalabalık kitleler halinde Kıpçak yurduna sığınmaya başladılar. Zira Avrupa’ya Kıpçaklardan çok daha önce ayak basan ve Kıpçaklar gibi Hun Türkü olan Bulgarlar, bulundukları coğrafyada sığınabilecekleri tek yer olan Kıpçak yurduydu. Bulgar Kültürü, güçlü Kıpçak kültüründen kaçınılmaz olarak etkilenmiş, diliyle, lehçesiyle, toplumsal alışkanlıklarıyla Kıpçaklara benzeyerek Kıpçak toplumu ile kaynaşmışlardır. Bu tarihten sonra İtil Bulgarları tarih sahnesinden silinmiş, Bulgar toplumları da Kıpçak toplumu içerisinde kaybolmuşlardır. 

Moğol İstilalarının başkomutanı olan Cengiz Hanın 1227 yılında vefat etmesiyle Moğol İstilalarının ilerlemesi yavaşlamıştı ancak Moğollar artık Doğu Avrupa’ya ulaşmışlardı. Cengiz Han’ın ölümü sonrası vasiyetiyle üzerine toprakları oğulları arasında paylaştırdı. Büyük Oğlu Cuci Han’a da Hazar Denizinin doğusunu (Balkaş Gölü çevresini) vermişti. Cuci Han’dan sonra bu topraklar Büyük Oğlu Orda Han ile Küçük oğlu Batur Han tarafından paylaşıldı. Batur Han, İtil Nehrinin aşağı havzasını kendisine başkent yaptı ve Kıpçakları yıkacak olan Altın Orda Devletini kurdu (1242). 


Kıpçakların Yıkılışı

Altın Orda Devletinin kurulduğu yıllarda Kıpçaklar, yaşadıkları ekonomik çöküntüler, Slavların güçlenmesi ve Moğol İstilalarıyla otoritesini yitirmiş durumdaydı. Altın Orda Devletinin kurulması aynı zamanda Kıpçakların yıkılması anlamına geliyordu. Zira Moğol Akınları artık bir istila hareketi olmaktan çıkmış, Altın Orda Devleti, Kıpçak Topraklarının bir bölümünü yurt haline getirmişlerdi. Üstelik bir Moğol Devleti olmasına karşın, Başbuğları Batur Han’ın Kıpçak Türkü olan Cengiz Han’ın soyundan geliyor olması, Altın Orda Devleti ile Kıpçak toplumu arasında bir bağ oluşturmuştu. 1256 yılına gelindiğinde güçlenen Altın Orda Devleti, Kıpçak topraklarının büyük bir kısmını ele geçirerek Kıpçak boylarını tebaası haline getirmişti. Kıpçaklar artık yıkılmış, Kıpçak boyları Altın Orda Devletinin tebaası haline gelmişti ancak Göç yolları ile Doğu Avrupa’ya ulaşan Moğollar, askeri olarak üstün olsalar da nüfus bakımından Kıpçaklardan çok daha az bir nüfusa sahiplerdi. Bu durum zaten bir Türk olan ve bunun bilincinde olan Cengiz Han’ın torunları tarafından yönetilen Altın Orda Devletini Türkleştirmeye başladı. Kalabalık Kıpçak toplumu, güçlü kültürleri ve bölgenin yerlileri olmaları hasebiyle Moğol toplumunu kendi kültürlerinin tesiri altında tuttular. Altın Orda Devleti, zamanla Türkçe konuşur, Türk isimleri kullanır, Türk unvanlarını benimser duruma geldiler. Özünde bir Moğol Toplumu olmasına rağmen bir Türk tarafından yönetilen Altın Orda Devleti, Kıpçak toplumu ile kaynaşınca demografik ve kültürel açıdan da Türkleşmişlerdi. 


Kıpçakların, Altın Orda Devleti tarafından 1256 yılında tamamen yıkılmasıyla Kıpçak toplumunun önemli bir kısmı Altın Orda Devletine tabi olarak Moğol kökenli Altın Orda Devletini Türkleştirmiş, Altın Orda Devletine tabi olmayan Kıpçak toplumları ise Moğolların ulaşamadığı Kuzey Karadeniz coğrafyasında varlıklarını devam ettirerek Kuzey Karadeniz coğrafyasında yaşayan diğer Türk boyları olan Peçenek, Uz ve Bulgarlar ile kaynaşıp 1441 yılında Kırım Hanlığı’nı kurmuşlardır. 

Görüldüğü gibi güçlü kültürleri ve geniş nüfusları ile Kuzey Karadeniz’i yurt yapan Kıpçaklar, Avrupa’da 250 yıl hüküm sürmüş, bir parçası ile Altın Orda Devletini Türkleştirmiş, diğer parçasıyla bir başka Türk Devletinin temellerini atmıştır. Üstelik Kıpçakların Türk Tarihindeki izleri bu kadarla sınırlıda değildir. 1200’lü yıllarda Savaşçı köleler olarak Arap ülkelerine satılan Kıpçak savaşçılarından biri Memluklu Devletinin Hanı olmuş (1250 – Turan Şah), bir diğeri Delhi Sultanlığının saltanatını ele geçirmiştir.  (1266 – Gıyasettin Balaban)

Kıpçaklar günümüzde halen varlıklarını devam ettirmektedirler. 1441’de Kırım Hanlığını kuran Kıpçaklar, 1783’de Kırım Hanlığının yıkılması ve Osmanlıya ilhak olmasıyla, Kuzey Karadeniz’den Osmanlı Toprakları olan Güney Karadeniz’e kalabalık kitleler halinde tebaa olarak göç etmiş, günümüzdeki Karadeniz Toplumunu ve Kültürünü meydana getirmişlerdir.