Türklüğün Eski Çağı / Prof. Dr. Gyula Németh
İlmî neşriyatta, umumiyetle, Türklüğün anayurdunun Orta Asya ve hatta Şarkî Asya olduğu fikri yayılmış bulunuyor. Tarih sahnesine çıkan ilk Türkler yani Hunlar (M.Ö. III. asır), yahut eğer Türk sayılırlarsa To-palar (M.S. IV. asır) Şarkî Asya sahasında, Çin’in şimaline doğru, Gobi çölü etrafında görünüyorlar. Milattan sonraki bin yılın ikinci yarısında Asya ve kısmen Avrupa tarihinde de mühim roller oynayan Türk kavimleri, Türkler ve Uygurlar, Orta Asya’nın büyük dağlık bölgelerinde Baykal gölünün cenub garbinde oturuyorlardı. Bundan başka Türk dilinin bir takım Orta ve Şarkî Asya dilleriyle, Moğolca ve Tunguzca ile olan bağlılıkları -her ne kadar tarihi bakımdan istifade edilebilmesi için kâfi derecede tenkidli olarak tetkik edilmemişlerse de- çok açıktır. Şu hale göre Türk kavimlerinin en eski yurdunun Orta ve Şarkî Asya olarak kabul edilişi şaşılacak birşey değildir. Eskiden Türkleri ve en yakın akrabalarını (Moğolları, Tunguzları) değil, bütün Ural-Altay dil ailesini ifade etmiş olan “altayik” lisanı ve kavmi tabirinde (Castrén, Schott),1 bu görüş tarzı belirmektedir. Türklerin anayurdunun Altay civarında olduğu başka belgeler yanında Çin kaynaklarının ilmi eserlerde çok geçen bir kaydı ile de ispat edilmeye çalışılmıştır. Bu kayda göre Türk kavimlerine adını veren ve M.S. VI. asırda meydana çıkan “Türk” (=Göktürk) kavminin anayurdu Altay’dı.
Klaproth 1824’de “Tableaux historiques de I’Asie”nin III. cüzünde Türklüğün anayurdu ve ilk göçlerinden şöyle bahsediyor: “Il paraît qu’après la dernière grande inondation, lerus ancêtres sont descendus des monts neigeux de Tangnou et du grand Altaï, d’ou ilse sont bientôt dispersés vers le sud -est et le sud- ouest, en se fixant principalement au nord des provinces chinoises de Chan si etde Chen si, dans le voisinage du mont In chan.” Hammer de öyle: “Gesch. d. Osmanischen Reiches” (Osmanlı Devleti’nin Tarihi). Medhal kısmında (2. basım, s. 34.1): “Türkler, Çinliler tarafından Tuku tesmiye edilmişlerdir. Altay’dan neş’et ederler…”2
Türklüğe dair ilk büyük toplu eser olan Vâmbéry’nin “Das Türkenvolk” adlı eseri de aynı görüşü ihtiva eder, yani “Türklüğün anayurdu Altay, daha sarih ve kat’î olarak Sayan dağlarıyla Altay civarı idi”, (s. 48.1) diye yazar.
György Almasy ise, “Centralasien die Urheimat der Turkvölker” unvanlı taslak halinde çok ilgilendirici müşâhade ve düşünceler ihtiva eden, lakin daha çok nazariyeler ileri sürmek fikriyle yazılmış, pek sağlam esaslara istinad etmeyen tetkikinde, Türklüğün anayurdunu biraz daha cenuba indirir. Keleti Szemle III. Gy. Almasy -zannıma göre- Orta Asya seyahatinde yaptığı esaslı antropoloji müşahedelerinden hareket ediyor, bununla birlikte şimdilik bunlardan tarih bakımından istifade edilemez gibidir. Almasy, bu antropolojik müşahedeleri ile bir takım medeniyet tarihi vâkıâları, eski tarihi kayıtlar ve faraziyeler (Hunlar, İndogermenlerin anayurdu, Arîler ve ilk muhaceretleri, Sümerlerin Türk olması vs.) arasında bir münasebet te’sis ediyor ve şu neticeye varıyor ki: “Türklük, daha geniş manada, menşe’leri tayin edilemeyen karışık bir kavimler halitası değil, bil’âkis, Orta Asya’da oturanların öz yerli (otokton) koludur” ve bunun vatanı Şarkî Türkistan, Gobi çölü, Orta Tien-Şan civarı ve bugünkü Kırgız bozkırıdır (197-98.1). Bununla beraber ona göre Altay ve cenubi Asya’ya Türkler daha sonra göçetmişlerdir. Oberhummer’e göre Türklüğün anayurdu olarak Altay gösterilebilir.3 Radloff Türklüğün anayurdunu daha şarkta aramıştır. Yahut hiç olmazsa Uygur tarihine dair yazdığı “Toplu bir bakış”ın ilk kısmından böyle bir netice çıkarılabilir: (Das Kudatku Bilik, Teil 1, 1891, LXXX-LXXXI. s. 1): “Çok eski zamanlardan beri Çin tarihleri bize, kısmen Tunguz ve kısmen de Türk soyundan olmaları çok muhtemel birçok şimal barbarlarıyla yapılan mücadelelerden bahsediyorlar. Tunguzlar şimal-i şarkiden Büyük Okyanus’a kadar uzanan sahada ikamet ediyorlardı. Türkler de bu esnada Sarı nehrin cenubundan ve garbdeki dağlardan Tibet hududuna kadar olan sahada bulunuyorlardı. Çin devletinin takviyesi suretiyle Türk kabileleri daha şimale doğru atıldılar. O suretle ki M.Ö. IV. asırda bunların yalnız pek cüz’i bir kısmı Sarı nehrin sol sahilinde ikamet ediyorlardı. Türk kavimleri tarafından şimal ve garbe doğru işgal edilen sahanın genişliği hakkında tabiatıyla elimizde hiçbir malumat yoktur.” M. A. Czaplicka’nın 1918’de “The Turks of Central Asia in History and at the Present Day” unvanlı eserinde (61.1) yazdıkları da Radloff’un görüşünü andırmaktadır:
“Türklerin muhtemel cedleri, Çin’in şimalinde yaşadılar ve oraya yaptıkları istilalar dolayısıyla Çin vakanüvisleri tarafından Milattan üçbin yıl gibi uzun bir zaman önce zikredildiler. Fakat tabiatıyla Çin’in çok şimalinde ve uzak garbinde yaşayan Türklerden Çinliler hemen hiç bahsetmemişlerdir.”
G. J. Ramstedt kısa bir makalesinde4 Türklüğün anayurdunu Şarki Asya’ya, Kingan dağının şark ve garb yörelerine naklediyor, yahut da Türk dillerini bir zamanlar burada bir yerde konuşulmuş bir anadilden çıkartıyor. Ona göre Türkler, Moğollar, Tunguzlar ve Koreliler bu en eski dil ailesine mensupturlar. Bu anadilden ilk önce Türkler ve Moğollar ayrılmışlar. Tunguz ve Koreliler ise daha bir müddet beraber kalmışlardır.5
Bu fikirlere karşı -1917’de “Turan Cemiyeti”’nde vermiş olduğum bir konferansta izah ettiği gibi-öyle sanıyorum ki, Türklüğün anayurdu Orta ve Şarkî Asya değil, Garbi Asya idi. Meselenin tetkikinde usulünün sıhhati ve malzemesinin zenginliği ile, kendilerine dair hiçbir tarihi kayıt bulunmayan, en eski bağlılık ve münasebetleri (antropoloji ve kültür akrabalığını değil) göstermek için yalnız dil araştırmaları tam bir vuzuhla birer rehber olabilirler. En eski dil birliği Türklüğü Urallı kavimlere bağlamaktadır. Daha önceden de çok defa sözü geçen bu dilbirliğinden, Nyelvtudomânyi Közlemenyek (Dilbilgisi Mecmuası) C. XLVII (1928)’de sistemli bir surette bahsettiğim için burada delillerden yalnız manidar bir kaçını tebarüz ettirmek ve birliği hiç olmazsa örnekleriyle göstermek istiyorum.
Olmak : Türkçe bol- ~ Züryence vil ~ Macarca vol-
Uyumak : Türkçe udu- ~ Mordvince udo-,
İşitmek : Türkçe *qul- ~ Fince kuule-,
Bırakmak : Türkçe qod- ~ Çeremisçe kos-,
Büyülemek : Türkçe arba ~ Fince arpa “büyü aleti”,
Gelin : Türkçe keli ~ Züryence kel “baldız”,
Siğil : Türkçe sigil ~ Çeremisçe şeğel,
İçyağı : Türkçe maj ~ Vogulca boi (Macarca vaj)
Andığım tetkikte gramer uygunluğundan başka böyle otuz iki kelime mutabakatinden bahsettim ki, bunlardan birkaçının doğruluğu ispat edilemezse bile büyük bir kısmı şüphesiz ki doğrudur.
Urallı kavimlerin anayurdu -bundan pek de şüphe edilemez- Ural dağlarının Avrupa yakasında, galiba Kama, Peçora, Viçegda nehirlerinin yukarı mecraları bölgesinde idi. Samoyedler buradan daha şimale göçmüşler, Finnugorlar da buradan daha cenubdaki bir ülkeye, yani Kama’nın aşağı mecrası olan Byelaya ile Volga’nın bunlara oldukça yakın bulunduğu bir yere inmişlerdir.
Şu halde en eski Urallı-Türk münasebetlerinin yerinin neresi olabileceğini aradığımız zaman, ilk önce bu sahayı, daha doğrusu bu saha civarını gözönünde bulundurmamız lazımdır.
Burada iki mes’ele ortaya çıkıyor:
Bilindiği üzere Ural anadilinin İndogermen anadiliyle kat’i ve açıkça görülebilen bir münasebeti vardır.6 Acaba Türkler ve İndogermenler arasında böyle uygunluklar -çünkü yukarıdaki tespitlere göre bunlar da tasavvur olunabilir- yok mudur? Bunun yalnız bir misalini biliyorum, bu da “insan” manasına gelen kelimedir. Samoyedce kum “insan”, Züryence komi (bugün “züryen” bu manadadır), Voğulca xum “insan, erkek insan”, Türkçe kün “halk”, Moğolca kümun “insan” sözü ile birdir ve bu sözler de latince homo ve bunun İndogermence mukabilleri ile münasebete getirilebilirler. Bunlar haricinde anatürkçe ve İndogermence arasında birleşme görülmüyor ve bu sebepten bu dil uygunluklarına esas olabilecek vaziyeti öyle tasavvur etmemiz lazım geliyor ki, Türkler Urallılar ülkesinin şark, İndogermenler de bunun garb taraflarında oturmuş olmalıdırlar (Bu esasa nazaran da İndogermen anayurdunun Asya’da olması imkansızdır).
Burada ortaya çıkan ikinci mes’ele de şudur ki, bütün bunlardan sonra Türk dilinin Moğol ve Tunguz dilleriyle olan münasebetleri ne oluyor? Burada bir defa, bununla ilgili soruların daha vazıh olarak izah edilmesine kadar beklememiz lazımdır; ondan sonra da şurasını ehemmiyetle belirtmemiz icab eder ki, bu kavimlerin oturduklurı ana ülkeyi mutlaka Şarki Asya’da, daha garbdaki sahalarla dil bağlılığı bulunmayan bir ada halinde tasavvur etmemiz zaruri birşey değildir. Türklerin en eski yurdunun Kırgız stepi, İrtiş ve Aral gölü bölgesinde olduğunu farzedersek, o vakit Moğolların bu ülkenin şarkı civarında mesela Altay dağları çevresinde, Tunguzların bunun şarkında, Korelilerin ise daha şarkda oturmaları icabedecektir. Bu takdirde şu neticeye erişmiş olurduk ki zikrolunan kavimler -İndogermenlerden Korelilere kadar- aşağı yukarı eski yerleşme vaziyetlerini bugüne kadar muhafaza etmişlerdir.
Böyle olunca, Ural-Altay dilleri ailesi7 mes’elesi garip bir surette değişiyor, daha doğrusu oldukça siliniyor demektir. Şimdiye kadar varlığı ispat edilemeyen Ural-Altay anadili yerine, andığımız Şarkî Avrupa-Orta Asya dil zenciri nazariyesini kabul etmemiz gerekir (Orta Asya sözünü “şimali ve cenubi Asya” mukabili olarak kullanıyorum). Bu dil zenciri azalarının eski münasebetleri, bazı noktalarda galiba akrabalığa değil, sıkı temaslara dayanmaktadır. Şu kadarı şüphesizdir ki, bu dillerin benzeşmesinde -hiç olmazsa kısmen- daha sonraki karşılıklı te’sirlerin geniş ölçüde rolleri olmuştur: İndogermen- Orta Asyalı etnik gruplar arasında -hiç olmazsa bazı münferid münasebetler- daima, nitekim milattan önceki bin yıllarda bile sıkı bir temas vardı ve öyle zannediyorum ki, bu etnik guruplar Mezopotamya medeniyeti dairesiyle de münasebette idiler.
Mezopotamyalıların altılı sayı sistemi izleri İndo-Germen ve finnugorlarda mevcut olduğu gibi bazı eşya adları da bu zikredilen sahada uzun göçler yapmışlardır.
Mezopotamya’da ince bir bez adı “bûşu”dur. İbrani ve Aramca’da mukabili bûş “bez”dir; bu söz Grekçeye büssos şeklinde geçiyor, Türkçede de böz~ bez (Çuvaşça pir) şekillerinde mevcuttur. Sözün göç yollarını çizemiyorum, fakat Türkçeye şüphesiz ki Türk ilkçağında girmiştir. Daha sonra mutlaka Türkçe vasıtasıyla Moğolcaya (büs, Kalmukça bös “yün kumaş”) ve Mançucaya (boso “bez”) girmiştir.
Türkçe balqa “çekiç”, Moğolca aluqa, Tunguzca palû, xaluka, folğo Mezopotamya menşeli bir kültür sözüdür; bkz. Sümerce balag “balta”, Babilon-Asurca pilaqqu “aynı”, Sanskritçe paraçu-I (parçu-I) “aynı”, Grekçe peleküs “aynı”.8 “Kendir”in de İndogermen-Ural-Türk ülkelerinde müşterek bir adı vardır: Türkçe kendir, Çeremisçe kine, Ossetçe gen, Grekçe xännabis vs.’deki bu mühim kültür sözü bu sahada bir dilden ötekine, -elbette milattan önceki asırlarda ve şüphesiz garbi Asya’da- geçmiştir. Sözün anayurdu Ural ülkesi görünüyor.9
Bunlara nazaran Türklüğün anayurdunu kat’î ve sarih olarak tayin etmek henüz mümkün değildir; belki daha sonraki araştırmalar daha verimli neticelere götüreceklerdir. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, anayurt Altay ve Ural arasındaki ovada idi.
İlmî neşriyatta eski Türklerin Sümerlerle olan münasebetleri hakkında çok şeyler söylenmiştir.10 Bazıları Sümerleri Ural-Altay, hasseten Altay dil ailesinin bir uzvu, bazıları da doğrudan doğruya Türklüğün en eski bir kolu olmak üzere tasavvur etmişlerdir. Sümerce ne bir Ural-Altay ne de bir Türk dilidir. Bu husustaki ispat teşebbüsleri şimdiye kadar tamamen muvaffakiyetsizlikle neticelenmişir. Nitekim son zamanlarda Münih Üniversitesi eski profesörü Fritz Hommel, Türk-Sümer, daha doğrusu Altay-Sümer akrabalığının taraftarı idi. Iwan Müller’in klasik filoloji elkitabı külliyatının bir cildinde, “Ethnologie und Geographie des Alten Orients” de, bu nazariyeyi müdafaa etmektedir. Kaydettiğimiz eserin 22. sahifesinde (1904) şu yolda bir takım kelime mukayeselerini buluyoruz:
Sümerce ab “ev”, Türkçe eb “ev”; benzetme imkansız olmamakla birlikte kendi başına kandırıcı değildir; bu Sümerce kelimeyi Delitzsch’nin “Kleine sumerische Sprachlehre” adlı eserinde şöyle buluyorum: ab Wohnung.
Sümerce agar “tarla” (Delitzsch’te adar, agar “salon”) ~ Türkçe ekin; imkansız birleştirme, çünkü Türkçe ekin sözü ak- “tohum ekmek” sözünden gelir.
Sümerce agarin “tarla” (Delitzsch’te agarin “anne”) Türkçe qarın “karın, dölyatağı”; 1. Sümercedeki sözbaşı a’dan dolayı, 2. manaları dolayısıyla imkansız (Türkçe kelimenin manası “karın”dır).
Sümerce dag “taş” Türkçe taş, Sümerce din, til “hayat” Türkçe tiri “canlı”, Sümerce dir, dirig “karanlık”, ~ Türkçe tol “aynı manada”, (Türkçe karşılığını bilmiyorum), Sümerce dir “doldurmak” ~ Türkçe tola “aynı manada” (doğrusu tol “dolu olmak”), Sümerce gal, val “olmak” ~ Türkçe pol -(doğrusu:bol-) “olmak”, Sümerce gar, gan “balık” ~ Türkçe balık “balık” bütün bunlar her türlü ihtimalden uzak, tesadüfe bağlı benzetişlerdir. Bunula beraber tek bir Sümerce-Türkçe söz uygunluğuyla ayrıca meşgul olmamız icabeder, çünkü doğru ve manalı göründüğü gibi, belki de bunun sayesinde Türk eski çağının anlaşılması bakımından son derece ehemmiyetli bir buluş olabilecek Sümer-Türk temaslarına dair neticeler çıkarmamıza yarayabilir. Bu, Sümerce dingir “Allah” sözünün Türkçe tangri “Tanrı” sözüyle olan birleşdirimidir. Fakat bu birleştirmeyi iyice tetkik edersek bunun zahiri olduğu anlaşılır, çünkü Sümercede kelimenin şekilleri (bkz. Delitzsch, adı geçen eser): dim-me-ir, dingir, digir, manası “parlak, ışıldak”;11 “Tanrı, Tanrıça”; Türkçe kelimenin şekilleri ve manaları ise şunlardır: Göktürkçe, Uygurca teari “gökyüzü, tanrı”, Kazanca teagri “tanrı”, târi (Ostroumov: terQ) “mukaddes resim, ikon”, Kazanca (Balint) teari “tanrı”, Kazanca (Ostroumov), teaQrQ, tearQ “tanrı”, Mişerce (Paasonen), teaQrQ “tanrı”, Başkurtça (Katarinskiy) teagrQ, Teleütçe teaere “gökyüzü, yukarıdaki ışık”, Altayca teaeri ay., Sagayca tengir “gökyüzü”, Kumukça teaairi “tanrı”, Kırgızca, Karakırgızca t@ari “gökyüzü, tanrı”, Tarançıda tearQ “gökyüzü, tanrı, Lutsk Karaimcesi tendri, tenri “tanrı”, Lebedce, Şorca tegri “gök” Sagayca tegri “gökyüzü”, Osmanlıca taarı “tanrı, tanrısallık”, Yakutça taaara “gök, tanrı, veli”, Çuvaşça turP “tanrı; mukaddes tasvir”, Moğolca12 phags-pa yazılı kitabelerde: den-ri; başka yazıtlarda: teageri; Yazı Moğolcasında tngri (okunuşu teari; Kowalewski tegri okuyuşu yanlıştır), daha seyrek olarak teageri; Yazı Kalmukçası teageri “gökyüzü, gökte oluran”; Halha Moğolcası teagQr teageri (Vladimirtsov, Sraun. Gramm. 338); Çakarca, Karçince teagQr (Ligeti’nin notları); Dahurcada teageri (lvanovskiy), t>agQr, t>ag!r “gökyüzü” (Poppe 92); Darkatça teagQr, krş. Buryatça te’jQr “gökyüzü” (Sanceyer, Darchatskiy govor, 53. 1.); Buryatça (Castren) teaere, teaer; Naymanca, Gorlosça, Durbut-beisece, Jastuca, Aru-korçince (doğrusu Korçin, bkz. Ligeti, Raport, 33), Ordosça tear(i) (Rudnev, Materialı); Kalmukça teagr (Ramstedt: Nyelut. Közlem. XLII, 237). Moğolcada da anlam genellikle “gökyüzü ve tanrı”dır.
Şu halde Türkçe kelimenin manası “gökyüzü, tanrı” Sümerceninki “parlak ve tanrı”, demek ki, bu manalar yalnız kısmen birleşiyor. Şekil uygunluğu ise daha az kabul edilebilir bir halde. İlk hecedeki Sümerce i-den en eski Türkçe’de a~e oluşu bilinemediği gibi, Türkçe kelime sonundaki i-ı-e-a vokalleri de Sümercede mevcut değildir.
Esasen teari sözünün Sümerceden alınmış olması da imkansızdır. Çünkü aslı Türkçe bir kelimedir.13
Türkçede bazen bir takım sözleri başka dillerde mümkün olduğundan daha açıkça izah edebiliyoruz. Mesela uzuv adlarının aslı manaları Türkçede bilinir: köz “göz” aslında “gören”, qulaq “kulak” işiten, jürek “kalp” “deprenen, yürüyen”, Osmanlı Türkçesinde dudaq “dudak” aslında “tutan”, burun aslı “koku duyan” vs. yahut, mesela: sığır “inek” aslı “sağılan”; yılan “yılan” aslında “kayan”; yemiş “yemiş”, aslı “yenilen”; yıldız, aslı “parlayan” jumurta “yumurta” aslı “yuvarlak”.
Teari “gök yüzü, tanrı” sözü de bu izah edilebilir sözler arasına girer. Kelime teaiz “deniz” sözüyle aynı asıldandır; bunun da muhtelif şekilleri şunlardır:14
Uygurca teaiz (Kaşgarı15 1074); teaiz, Codex Cumanicus; tengiz, osmanlıca deaiz, Kazanca dingQz diagQz, Mişerce deagQs, Başkurtça diagQs, Çağatayca tingiz, Kırgızca tengit, Altayca teais, Çuvaşça tinQs, Macarca tenger, Bulgar Türkçesi teagir. Kelime yalnız “deniz” değil, çok defa “büyük göl, büyük nehir” manasına da gelir.
Aslında “gök” manasına gelen teari sözü ile teaiz “deniz”, tea müsavi, müşabih, yeknasak sıfatından gelmedir; her ikisinin de asli manası: “düz bir biçimde, kesintisiz”dir. Tea’in -ş ekli biçimi olan teaiş’e Teleutçede “kesintisiz, bitişik, düz, müsavi manalarında rastlanmaktadır.
Teaiz’deki malum -z eki bir isim teşkiline yarar ki, bunun hakkında Nyelvtud. Közlemenyek’in XLVII. cildinde bir yazım vardır (s. 82-83). Teari’nin eki de bilinir, ilk kısım olan -r yine bir isim teşkil ekidir.16 İkinci kısmı olan a-â-ı-i de aynı tarzda isim teşkil ekidir (bkz. Osmanlıca vs.). Or “delik, çukur”, -Çağatayca vs. ora “delik, çukur”, Koybalca goaza “bacak”, -Kırgızca goauz “böcek”, Kumukça qonguzaq “böcek”;17 “köprü” adı Türk şivelerinde: kübür, küpür, köbür, kömür -köprü (eski Osmanlıca köpri) köprÜ, köprn, kömrü, köprük.
Bernât Munkacsi birçok kereler Türk dillerinde eski indo-iranî unsurların bulunduğunu anlatmıştır. Buna ait makalesini 1894’de “Ösi törökârja nyelverintkezes” adıyla Nyelvtudomanyi Közlemenyek’in XXIV. cildinde neşretmişti. 1900’de Keleti Szemle’nin I., sonra 1905’de yine Keleti Szemle’nin VI. cildinde meseleyi yeniden bahis mevzûu yaptı. Zoltân Gombocz Nyelvtudomanyi Közlemenyek’in XXXVI. cildinde o âna kadarki neticeleri şüphe ile karşılayarak bu mes’eleyi ele aldı. Munkâcsi yine Keleti Szemle’nin VII. cildindeki küçük bir yazısında Türkçe qılıç “kılıç” sözünün eski Hindce menşeini isbâta çalıştı ve bununla şimdilik Türk-arya dil münâsebetlerini mevzu edinen araştırmalarına nihayet verdi. Fakat mes’ele 1912’de Moskovalı âlim Th. Korsch’un “Türkische etymologien” adlı makalesinde tekrar ele alınmıştır. Bu makale Thomsen Festschrift’-inde neşredilmişdir; bunda dokuz Türkçe-İranca söz birleşikliği gösterilmektedir.
Korsch’un bu makalesinde bizim burada kullanabileceğimiz bir şey yoksa da, Munkacsi’nin makalesinde- Gombocz’un yukarıda andığımız küçük makalesinde ihtiyatla ve şübhe ile karşılamasına rağmen-öyle görüyorum ki, Türklüğün en eski çağının araştırılmasında ihmâl edilmeyecek, çok mühim birleştirmeler vardır.
Munkacsi’nin birleştirmelerinden aşağıdakilerin doğru olduğu fikrindeyim:
1. En eski Türkçe *burç, burç “biber” eski Hindce18 mariça- (m.) “biberfidanı” (nominativ mariçal, mariças); eski l….dce mariça- (n.) “biber” (nom. mariçam).19 Macar Etimoloji Lûgati, bors maddesinde, sadalıların çok farklı olmasından dolayı birleştirimi imkânsız buluyor. Bununla beraber öyle görüyorum ki bu fark zahiridir. Aşağıda gelecek misâllerin isbat edeceği gibi eski Hindce sözsonu a-nın düşmesi kaideye uygundur. Türkçedeki ikinci hecenin u-suna karşı, eski Hindcedeki -i- garib sayılamaz. Fakat ilk hecedeki eski Hindce ar’nın Türkçe u-y karşılığı da kaide dışında değildir, çünkü Türkçede bir cihetten a>ı gelişmesi ve a-ı karşılaşımı, diğer cihetten ı-u karşılaşımı umumîdir. Kumandı Türkçesindeki m ı r ç şekli eski Hindcesinin kusursuz bir karşılığıdır, ve hattâ kumandı şekli ihtimâle göre yeni de olsa -ki bu, tamamen şüphesiz değildir- bunda görülen fonetik hususiyetler en eski Türkçedekilerle izah edilebilir (Burç-un muhtelif Türk şivelerindeki şekilleri için bak: Macary Etimoloji Lûgati).
2. Türkçe sıra “bira, şarab -eski Hindce sur#-’ein geistiges Getränk.20 Bak. Codex Cumanicus sira “vinum; Altayca, Teleütçe Kaybolca, Sagayca, Kaçintsçe, Kırgızca, Kazanca (Radloff), Karaçayca (Pröhle) sıra “Bier”; başkırtça (Katarinskiy) hıra “aynı mana”; Tobolca (Giganov) sra; Çuvaşça (Paasonen) sPra ay.; Koybalca (Castren) serä “a.m.”, -eski hindce sur# (nominativ sur#) “ein geistiges Getränk”, “vorzugsweise”, “Branntwein”, namentlich, “Kornbranntwein”. “Liqueur” (Böhtlingk-Roth); A-vesta’da hur# “Name eines alkoholischen Getrankes, Milchwein, Kumys” (Bartholomae). Mânalarda görülen fark veyahut da kararsızlık bir engel değildir. Filhakika Sanskritçe sözün mânası hakkında Munkacsi Ârja es kaukazusi elemek” adlı eserinde (s. 545) Khun’un (Ztechr. f. vergl. Sprachf. auf hem Gebiete d. indog. Spr. XXXV, 314) deki fikrini zikrediyor, buna göre sur#’nin eski mânaları rakından ziyade, birayı bildiriyor.21 İlk hecedeki u > ı değişimi, sonra yukarı vokalli şekil tahavvülü Türkçeye hasdır.
3. Türkçedeki tana “dana” -eski Hindce d hen#- “milchende Kuh”.22 Bak. çağatayca, Kırımca, Karaimce, Kazanca (Radloff) tana “eine junge Kuh, die Ferse, ein einjähriges Kalb”; Kazanca (Balint) tana “iki yaşında inek, düve”; Başkırtça (Katarinskiy) tana “iki yaşında inek”. osmanlıca (Kâmûs-i Türkî) dana “büyükçe buzağı”; Çuvaşça (Pasoonen) tına “iki yaşında inek, dana”, Macarca tino Bulgar Türkçesi” *tınaF-dan gelir “ein junger Ochs von 2 bis 3 Jahren”- eski Hindce (Bohtlingk-Roth) dhen#-“Milchende Kuh” (nom, dhena).
Türk ve eski Hind şekillerinin fonetik karşılaşımı mükemmeldir; Hindce sözbaşı d h- yerine Türkçede t- vardır; çünkü Türkçede sözbaşı d h- yoktur. hattâ aslî d- de yoktur; e > a değişmesi âhenk kaidesi icabıdır. Söz sonu uzun a’nın kalışını anlamak için biraz önce bahsi geçen sıra kelimesine bakınız.
Bu mukayeselere “A honfoglalo magyarsag kialakulasa” adlı eserimde kısaca bahsettiğim, bir tanesini daha ilâve edebiliriz (s. 94).
4. Türkçe tam “duvar, dam” -eski Hindce (Böhtlingk- Roth) dama- “Haus, Heimat” (-Lâtince domus vs.).
Bak. Orhun tam: Thomsen en son23 “Mauer” diye tercüme ediyor.24 Kâşgarî (1077) tam “Mauer, Wand”; Uygurca tam (Bang-v. Gabain, Türk. Turfan-Texte) tam “Mauer”;25 Uygurca (Rachmati Zur Heilkunde der Uiguren) tam “Mauer”26 Codex Cumanicus 5lr tam “tectus” (böyle) (= farsî b # m “dam”); osmanlıca, Azerbaycanca, Kırımca (Radloff) dam “Dach, Haus”; Osmanlı (Kâmûs-i Türkî) dam “dam, damla örtülü ve duvara benzer bir şeyle çevrilmiş yer, avul, ahır, hasbhane”; tam (Radloff) Sagayca: “Erdschichte”, Tarançide, Şarkî Türkistan dilinde, Kırgızca, Karakırgızca, Kazanca: “duvar” Kırgızca: “türbe” Çağatayca “dam”.
Öyle sanıyorum ki Türkçe ve eski Hindce arasında şimdilik bu dört sözün uygunluğunu ispat edebiliriz. Bu dört sözün doğruluğundan şüphe etmiyorum, bilhassa burada kültür sözleri bahis mevzuudur. Şurası da muhakkaktır ki, istikbalde bunların sayısı daha da artacaktır.
Bu eski Hindce sözler Türkçeye ne zaman ve nereden geldi? Şüphesiz, daha bütün Türklüğün beraber yaşadığı bir devirde, milattan önce 1500 den 500-e kadar süren bin yıl içerisinde yahut da bu bin yıl yakınlarında ve Garbi-Asya’da, Aral gölü civarındaki bir yerde, fakat ne hepsi aynı yerde ne de aynı zamanda, ve belki ne de doğrudan doğruya. Muhakkak ki meselâ tana olsa olsa daha eski, burç galiba daha yeni zamanda (M. Ö. 500?). Urallılarla olan münasebet Türklüğün kaydettiğimiz zamanda Garbî Asya’da sâkin bulunduğunu gösteriyor, yine bu zamanlarda aynı sâhada Eski Hind kabîlelerinin dolaşmış oldukları da oldukça yayılmış bir faraziyedir. Ancak zannetmiyorum ki Hindlilerin Milâttan önce ikinci bir yılda, Önasya, Ermenistan, Suriye ve Filistin’deki rolleri bu kadar imkana te’sir edebilsin.27
Fakat bu eski Hind-Türk temasını Orta Asya’da, Altay yöresinde, yahut Şarkî Asya’da bile tasavvur etmek güçtür. Burada unsurlarını veren dilin hakkikatte malûm, eski hindce değil, belki başka herhangi bir indo-iran lehçesi olması da muhtemeldir. En eski Türkçede, eski Hindceden gayri başka bir İndo-Germen dilinin yâni Toharcanın te’siri de görülüyor. Toharca ile Türkçe arasında uygunluklar bulunduğunu çok kere söylemişlerdir.28 Zahiri ve tesadüfi olan şu aşağıdaki uygunlukları:
Türkçe kün “gün, güneş” -Toharca kom “Tag, Sonne” (Schulze -Sieg- Siegling, Tocharische Grammatik, s. 49).
Türkçe çek-, “ziehen, anziehen, herausziehen”-Toharca tsek “herausziehen” (Toch Gr. 482).
Türkçe jap- “yapmak”-Toharca ya, y p a “yapmak” (Toch. Gr. 457), bıraksak bile, şu iki kelimenin uygunluğunu tesadüfî sayamayız:
1. Göktürkçe, Uygurca, Teleütçe tümân “on bin; pekçok; onbin kişi”; Kâşgârî (1077) tuman; Codex Cumanicus tumen; Osmanlıca tuman; Çağatayca tümen~tuman- “zengin olmak”; Macarca tömeny (<Bulgar ~ Türkçesi *tümân).29
-Toharca tm#m, B-şivesinde (Türkçe şeklin bundan geldiğini sanıyorum) tumane, tmane “10.000” (Toch Gr. 194).
Bu Türkçe söz Moğolcada (tümen “dix mille, nombre indéterminé”) ve Tunguzcada da vardır (Mançuca tumen, Goldca tuma, tımu vs. “10.000”).30
2. Türkçe (miran, Stein elyazması) öküz “öküz”; Kâşgârî (1077) öküz “buğa”; Codex Cumanicus, 54r. ogus “öküz”; Karaçayca ögüz, yögüs “öküz”; Osmanlıca öküz “öküz; buğa”; Osmanlıca (Kâmûs-i Türkî) ogguz “tosun”; Çağatayca, Kırgızca ögüz “öküz, buğa”; Çuvaşça vPkPr, mPkPr “buğa, öküz”; Yakutça ogus “öküz”; Macarca ökör (<Bulgar -Türkçesi *ökür).31
B. Toharcası okso “Rind”.
Kelime sonundaki sadalının kaideli düşüşüyle (bak. tümän -B. Toharcası tumane) meydana gelen bir *oks şeklini Türkçedeki ogus- öküz şekli kaideli olarak temsil etmektedir.
Bu kelime Moğolcada da vardır: ükür, üker “bête, bêteâ cornes”. Kelimenin indogermen dilleriyle akrabalığı vardır, şu halde Türkçeye Toharcadan girmiştir; tümen sözünü veren dilin de Toharca olduğu açıkça görülüyor (Pelliot’nun yukarıda anılan buna dair makalesine bakınız).
Toharca ile Türkçe arasında muhtemel bir söz benzerliği daha vardır: çur rütbe adını kastediyorum ki, buna dair Tochr Gr. 50. sahifesinde şunu buluyoruz: “Gor belki Türkçe bir unvandır (vgl. F. W. K. Müller, Zwei Pfahlinschriften. Abh. BAW. 1915, s. 34”, fakat buna hususî bir ehemmiyet vermeyeceğim, çünkü birleşme galiba en eski Türk devrine ait değildir.32 Ancak diğer iki söz uygunluğu daha çok ilgilendiricidir ve Eskiçağ tarihi bakımından pek mühimdir. En eski Tohar-Türk temasının nerede ve ne zaman olduğuna dair beyanatda bulunmaya şimdilik cür’et edemeyeceğim, çünkü bu teması bir yere bağlamak, Toharların garb-şark ve şark-garb istikametindeki büyük göçleri ve Tohar dili mes’elesinin -göründüğü gibi- henüz kat’iyetle aydınlanmamış olması itibariyle güçtür.
Türklerin en eski yurtlarından nasıl ve ne zaman göç ettiklerini bilmiyoruz. Eğer böyle mevhum bir mes’elede rey sürmek caiz olsa idi, Türklerin Milâttan önceki 1000-500 etrafında dağıldığını, bâzı gruplarının oldukça müstakil bulunduklarını, buna mukabil aradaki birliğin temas ve daimi muhaceretler neticesinde de muayyen bir şekilde mevcûd olduğunu söylerdim. Bir nokta açıkça görülüyor ki o da en evvel Türk kitlesinden ayrılanlardan Yakut ve Bugarların cedleri (Çuvaşlar vs.) olmasıdır, çünkü bunların dilleri çok değişikliğe uğramış ve diğer Türklerin dilinden çok farketmiştir. Hattâ uzun zaman Yakut ve Çuvaş dillerini hakiki Türk dillerinden saymamışlardır. Bir az eskice bir tedkikimde (Az ösjakut hangtan alapjai) Yakut ve Bulgar Türklerinin öteki Türklerden ayrıldıkdan sonra daha bir müddet beraber kalmış olduklarını, çünkü dillerinin müşterek ayrılıklar gösterdiğini söylemiştim. Bu müşterek yenilik şudur: diğer lehçelerdeki ilk hecenin a sesine karşılık, Çuvaşça ve Yakutçada aynı yerde sekiz on misalde i sesini buluyoruz. [Nyelvt. Közlem. XLII (1914) ve dd.].
1. ayt- “söylemek” -Yak. ıyıt- “sormak” Çuvaş. ıyt- i “sormak”,
2. al- “almak” -Yak. ıl- Çuv. il,
3. arıq “zaif” -Yak. ır- “kuvvetden düşmek” -Çuv. ırhan “zaif”,
4. at- “atmak, endaht etmek” -Yak. ıt- “atıb vurmak” -Çuv. ıvPt- “atmak”
5. qatı “katı, sert”-Yak. kıt#nax33 -Çuv. hıtg.
6. tay “tay” -Yak. tıy -Çuv. Tiha
7. tamır “damar” -Yak. tımır -Çuv. tımar
8. yar “yar, uçurum” -Yak. sır -Çuv. |Pran
Çuvaşça ile Yakutça arasında daha başka uygunluklar da vardır. Mesalâ -hem de oldukça çok olmak üzere- öyle haller vardır ki bunlarda, öteki lehçelerdeki aslî kısa vokali Çuvaşçada iki hece, Yakutçada uzun bir vokal yahud bir diftong karşılamaktadır: kök “mavi” Yak. küöx, Çuv. kPvak. Bununla ilgili mes’eleleri mufassal bir tedkik mevzuu yapmak icab eder.
Çuvaşça ve Yakutçayı s- Türkçesi adı altında topluyorum, buna mukabil öteki lehçelerin teşkil ettiği gruba y- Türkçesi adını veriyorum. Bu adlamanın esası şu ki Türkçe kelime başı y’ si, Çuvaşça ve Yakutçada pek erkenden değişmeğe başlayarak s- sesine doğru gelmiştir; kalan lehçelerde ise y-kısmen kalmış, kısmen de biraz daha geç olarak dz sesine yaklaşmıştır.34
Çuvaşçanın ceddi olan Bulgar Türkçesi eski çağda, bu günkü Çuvaşça gibi değil, çok mühim bir rol oynamışdır. Bu, Türklüğün hatırı sayılır ve bâzı bakımlardan bütün diğer Türk gruplarından çok daha önemli bir koldur. Fevkal’âde ehemmiyetini Moğolcaya, çok eski devirde, belki milâttan önce yapmış olduğu te’sir göstermekdedir.
Moğolcanın Türkçeden gelme sözleri mes’elesini kısaca şu tarzda icmal edebiliriz:
Eski Türkçe “-z- sesi Bulgarcada -r- olmuştur, meselâ Mezopotamya sözü bNwu “bez” gerekse büssos -türkçe böz-bez-, Bulgarca “Çuvaşça” pir; Tohar B. okso “sığır” -Türkçe öküz- oguz¥Bulgar (Çuvaşca) vPkPr; buna muvazi bir değişme de en eski Türkçe ş-’nin Bulgarcada l- oluşudur. Halbuki Moğolcada en eski Türkçedeki z yerine r-, ş yerine l- gösteren birçok Türkçe sözler vardır;35 şu halde bunlar eski Bulgarcadan Moğolcaya gelmiş sözlerdir. Bulgar Türkçesinin diğer büyük tesiri -bildiğimiz gibi- Macarcada görülür. Fakat Moğolca da Türkçeye te’sir etmiştir. Macar dilinin Bulgar Türkçesinden gelme sözleri arasında birçok Moğolca sözler de vardır,36 bunlar Bulgar Türkçesine Moğolcadan gelmiştir. Orhon Kitabeleri ve diğer kitabeler dilinde de Moğol menşeli cemi eklerini buluyoruz ki bu kuvvetli bir dil te’sirini göstermektedir, ancak bu te’sirin teferruatı henüz bilinmemektedir. Hakikatte bununla, Türklüğün eski çağ tarihi mütaleasını bitirmiş oluyoruz. Bu mütaleaya göre bu tarih milâttan sonra 500’e kadar olarak hesap edebiliriz. İşte bu tarihten biraz evvel ve sonra Türklük hakkında, açıkça izah edilebilir tarihî kayıdlar görülmeye başlıyor. Fakat daha önceki zamanlardan, yâni Türklüğün en eski çağından da tarihî birtakım kayıtlar vardır ki, bunlar Türklerle ilgilidirler, yahut ilmî neşriyatda çok defa Türklerle ilgili gibi rol oynamakdadırlar. Bunları sırasıyla gözden geçirelim:
Buna âit ilk kayıtlar Herodotos’un, IV. kitap 23. faslında bulunur, ve şöyledir: “Bu İskitlerin arazisine kadar, tasvir edilen mıntaka tamamiyle düz ve bereketli bir topraktır, fakat ötesi çakıllı ve çoraktır. Eğer bu çorak bölgeden uzun bir yol katederek geçersek, yüksek dağların eteğinde birtakım insanlar buluruz ki, rivayete göre bunların hepsi çocuk yaşdan beri erkek ve kadın aynı sûretle saçsızdırlar; kezalik basık burunları, büyük çeneleri vardır, vâkıa kendi dillerince konuşurlar fakat İskit elbisesi giyerler ve gıdalarını meyve ağaçlarından te’min ederler. Bunlara yiyecek veren ağacın adı Pontikon’dur, büyüklüğü incir ağacı kadar vardır. Yemişi fasulyeye benzer, içinde çekirdeği vardır. Bu olgunlaşınca torbalardan süzülür, bundan koyu siyah bir usare çıkar ki adı asxü’dür. Bunu hem yalarlar, hem de sütle karıştırarak içerler, tortusundan da çörek yaparlar ve bunu da yerler, çünkü davarları azdır, otlaklar da orada fenadır. Herkes bir ağaç altında oturur, onu kışın keçeden bir tente ile örter; bu, yazın örtüsüzdür. Bunlara kimse ilişmez, çünkü mukaddes sayılırlar. Harb silâhları da kullanmazlar; bundan başka komşuları arasındaki kavgalara bunlar bakarlar, kendilerine sığına mücrimlere de yine öyle, kimse onlara el sürmez. Bunlara Argippai us diyorlar.” 24. fasıl: “Bu saçsız kimselerin memleketine kadar bütün araziden, buraya kadar oturan bütün kavimlerden sarih malumatımız vardır; çünkü bir taraftan yanlarına İskitler gelirler ve bunlardan bilgi edinmek güç değildir; diğer taraftan da Borysthenes ticaretgâhlarından ve daha başka Pontus ticaret yerlerinden Grekler gelirler.”
Herodotos’un eserini Macarcaya tercüme etmiş olan Jozsef Gereb -başka izahlara uyarak-buraya şöyle bir kayıt koyuyor (II. kitap, 174. s., 40. n.) “Bu pontikon, Prunus Padus Macarca yabanî kiraz yahut kuş kirazıdır ki, bunu bugünkü Başkırtlar ve Kalmuklar kuruturlar ve ince bulamaç hâline gelinceye kadar sütde kaynatırlar, sonra bunu sulandırarak besleyici bir yemek diye yerler.”
Burada geçen asxü sözünü Türkçe ile izah etmek âdetdir, bunu kullanan kavmi, Argippaeusları da çok kere Türk sayarlar. Bunun hiçbir esası yoktur. Evvelâ şunu kaydetmek lâzımdır ki Herodotos’un bu rivayetinin hakiki bir özü varsa da -ki elbette var- umumîyetle o kadar efsanevî ve mânasızdır ki, bunu kat’iyetle Türklere atfetmek imkânsızdır.
Asxü kelimesine gelince, bunun Türkçe olmasını inandırıcı bir tarzda izah etmek aynı sûretle, mümkün değildir.
Tomaschek “kritik der ältesten Nachrichten über den skythi schen Nordens” in II. kısımda37 bu kelime hakkında şunları yazıyor: “Argippâislara âid asxü kaydı 2340 yıl önceki Türkçe kelimeyi göstermektedir. Bunun izahı için muhtelif yollar vardır; Türkçe sigh- “sıkmak, tazyik ederek süzmek” (sighindu “usâre, su”, Moğolca sigür “elek, süzgeç”); Moğolca asxaxu “dökmek, akıtmak”, açuk “koyu bir mayı”; erman (Reise um die Erde I, 1, 427) Türkçe açigh, açı “ekşi, buruk, tuzlu, acı” ile izah etmektedir. Belki bu kelime yalnız usâreyi değil, aynı zamanda iyi bir gıda mânasını ifade eden ezmeyi de bildiriyor. Türkçe -ghu (Moğolca -xu) ve -ugh şeklinde de tesadüf edilen bir isim teşkil eki, vuzuhla tanınabilir. Bu normina actionis perfectae mânasındadır. Meselâ jar-, “yarmak”, jar-ghu “ayrılma, nifak”; “karar, mahkeme”, “kanun” ve jar-ghu “yarık, ziya hüzmesi”; kök olarak as, beslenmek diye nazarı itibâre alınmalıdır. Daha iptidâî şekli olan as-ghu’ya artık tesadüf edilmemektedir. Fakat bunun muvazi şekli olan as-ugh “gıda, yol azığı, gündelik yiyecek” mânasına gelir; diğer taraftan aş (Yakutça as) “gıda; arpa; çavdar; ekmek, çorba, et” mânasında olanına tesadüf edilmekdedir.”
Bugün bu alacalı izah imkânlarını cerhetmek artık lüzumsuzdur, yalnız en çok muhtemel farzedilen izah hakkında şunu kaydedeyim ki as “beslemek” fiili Türkçede yoktur, as-ugh “erzak”ın doğru fonetik şekli azuk’dur ve bunun aş “gıda” ile hiçbir ilişikliği yoktur. Tomaschek düpedüz izah etmiş olduğu gibi, Argippaeusların tasvirindeki bâzı noktaları da Türk kavimlerinin bâzı âdetleriyle izah ediyor; bunu yapmak mümkündür, fakat bu işin bu gün elle tutulabilir hiçbir neticesi yoktur. Tomaschek’in zikrettiği eserin ilk kısmı 1833’de çıkmıştır. Erman’ın bu hadsî fikrine Müllenhof38 ve Kiessling39 de taraftardırlar.40
Tomaschek keza “Arimaspoi” kavminin de Türk, Hun olduğu fikrindedir; bundan da yine yalnız Herodotos (III. 116, IV. 13), Prokonnesoslu Aristeas hikâyesine istinaden, bahseder. Tomaschek’in “Kritik der ältesten Nachrichten über den skythischen Norden” adlı tedkikinin ilk kısmında bundan bahsetmekdedir.41 Bu Arimasposlar, kalabalık, cenkçi, tek gözlü bir kavimdir ki malûm dünyanın şimal-şark kıyısında otururlarmış; bunlar altını bekleyen Grifflerin arazisine komşu imişler, oradan altın elde etmeğe çalışırlarmış. Burada Türk filolojisi bakımından ele alınabilir bir şey yoktur. Buna mukabil Laufer’in Arimaspoi kavminin “Moğol” olduğu hakkındaki nazariyesi çok cazibdir. (Toung-Pao, 1908, 429-52.); Laufer’in ispatından şu noktaları belirteyim ki Moğolcada erem-dek “tek gözlü” demektir ve altın toplayan karınca kıralı efsânesi Moğollarda mevcuttur.
Eğer bu ispat doğru ise -ki bana çok muhtemel görünüyor- o vakit daha milâttan önceki Vl-V. asırda, Moğollar Grek dünyasının ufkunda bulunuyorlardı.
Büyük İskender zamanında da yeniden şüpheli bir emâre zuhur ediyor. Curtius Rufusta (VIl,7, I) bir İskit kralının kardeşi Carthasi (m) adını taşıdığını görüyoruz “at rex Scytarum…. fratrem Carthasim nomine”. Bu İskit adını Nöldeke-mes’elede daha çok şüphe ederek- Türkçe qardaş sözüyle birleştirmiştir.42 Bu birleştirmeyi R. v. Scala 1905’de Helmolt’un Cihan Tarihi’nde yeniledi (V, 46); E. Oberhummer43 bunu muhtemel buldu. Ben de bu faraziye ile, 1922’de “Asia Major”un “Hirth Anniversary Volume”un da etraflıca meşgûl oldum. Burada qardaş’ın eski şeklinin qarındaş olduğunu ve Büyük İskender zamanında da bu şeklin kullanılması icab etdtiğini gösterdim. Şu halde Carthasi(m) adı ancak, bu kaydın eksik olduğunu farzetdiğimiz zaman Türkçesiyle birleşebilir, fakat bu devirde bu sâhada bu izle beraber başka Türk izleri de görülebilseydi ancak o takdirde faraziyeye heyetiyle inanılabilirdi.44 Pelliot ise İskitlerin İranlı olmaları dolayısıyle bunu ihtimal dahilinde bulmuyor.45 Tarihi tâkib edecek olursak, bundan sonra Hunlardan bahsetmemiz icab eder. Fikrime göre Asya Hunlarına âit olan ve Çin menbâlarında geçen kayıdlar Türkler’den bahseden ilk tarihî haberlerdir. Hunların Türk olduğu nazariyesi, umumî olarak ilim edebiyatında kabûl edilmiş değildir, fakat ben bunu çok muhtemel görüyorum. Avrupa Hunlarının dil bakıyeleri “A honfoglalo magyarsag kialakulasa” adlı eserimde (131 ve dd.) izah ettiğim gibi muhakkak olarak Türkçedir. Asya Hunlarının bunlarla, daha sonra Uygurlarla, Göktürklerle olan münasebetleri tarih kayıtlarına göre şüphesizdir. Ligeti de Magyar Nyelv’in XXX. (1934 cildinde S. 45) “galiba Hun dili de Türk dillerindendir” diye yazıyor.
Demek oluyor ki tarihin ilk Türklerini Şarkî Asya’da buluyoruz. Bunların Garbî Asya’daki yurdlarından buraya nasıl ve ne vakit geldiklerini bilmiyoruz, fakat bunda bir fevkal’âdelik yoktur; çünkü Türkler tarihin muhtelif devirlerinde hayret verici bir çabuklukla Karadeniz’den Sarıdeniz’e kadar uzanan sâhada fütuhatda ve göçlerde bulunmuşlardır.
Hunlarla ilgili Çin kayıtlarının büyük bir kısmını -mühim bir bibliyografyayı zikrederek- andığım eserimde tanıttım (S. 129 ve dd.), burada bunları tekrarlamak tabiî lüzumsuz olur.
Milâttan sonraki IV. asırdan VI. asra kadar Şarkî-Asya’da Türk-Topaların saltanatı kuruluyor ki buna dâir elimizde etraflı Çin kayıtları vardır.46
İhtimâl ki Herodotos’daki Yürkaların Melâ ve Plinius’da Turcae, Tyrcae diye yazılması,47 kont Geza Kuun’un48 Chwolson’a dayanarak Kırım’daki bu zamana âid İbranice mezar taşı kitabelerinde bulunan Türk adlarından anlaşıldığına göre milâttan önce II. asırda burada kavimlerinin oturduklarını söylemesi gibi (bunlar arasında meselâ İslâm Ayni adı da var) bâzı âşikâr hatâlardan bahsetmek de galiba fazladır.
Türklüğün tarihî devri aşağı yukarı V. asırda başlıyor; VI. asır ortasına kadar henüz haberler seyrektir ve bu sırada bilhassa Macarlar bakımından en mühim Türk kavmi olan Bulgarlar rol oynar, VI. asır ortasında Türklüğe adını veren kavim iktidarı eline alıyor, bu zamandan itibaren artık Türk tarihinden oldukça vâzıh malûmatımız vardır.
Klaproth 1824’de “Tableaux historiques de I’Asie”nin III. cüzünde Türklüğün anayurdu ve ilk göçlerinden şöyle bahsediyor: “Il paraît qu’après la dernière grande inondation, lerus ancêtres sont descendus des monts neigeux de Tangnou et du grand Altaï, d’ou ilse sont bientôt dispersés vers le sud -est et le sud- ouest, en se fixant principalement au nord des provinces chinoises de Chan si etde Chen si, dans le voisinage du mont In chan.” Hammer de öyle: “Gesch. d. Osmanischen Reiches” (Osmanlı Devleti’nin Tarihi). Medhal kısmında (2. basım, s. 34.1): “Türkler, Çinliler tarafından Tuku tesmiye edilmişlerdir. Altay’dan neş’et ederler…”2
Türklüğe dair ilk büyük toplu eser olan Vâmbéry’nin “Das Türkenvolk” adlı eseri de aynı görüşü ihtiva eder, yani “Türklüğün anayurdu Altay, daha sarih ve kat’î olarak Sayan dağlarıyla Altay civarı idi”, (s. 48.1) diye yazar.
György Almasy ise, “Centralasien die Urheimat der Turkvölker” unvanlı taslak halinde çok ilgilendirici müşâhade ve düşünceler ihtiva eden, lakin daha çok nazariyeler ileri sürmek fikriyle yazılmış, pek sağlam esaslara istinad etmeyen tetkikinde, Türklüğün anayurdunu biraz daha cenuba indirir. Keleti Szemle III. Gy. Almasy -zannıma göre- Orta Asya seyahatinde yaptığı esaslı antropoloji müşahedelerinden hareket ediyor, bununla birlikte şimdilik bunlardan tarih bakımından istifade edilemez gibidir. Almasy, bu antropolojik müşahedeleri ile bir takım medeniyet tarihi vâkıâları, eski tarihi kayıtlar ve faraziyeler (Hunlar, İndogermenlerin anayurdu, Arîler ve ilk muhaceretleri, Sümerlerin Türk olması vs.) arasında bir münasebet te’sis ediyor ve şu neticeye varıyor ki: “Türklük, daha geniş manada, menşe’leri tayin edilemeyen karışık bir kavimler halitası değil, bil’âkis, Orta Asya’da oturanların öz yerli (otokton) koludur” ve bunun vatanı Şarkî Türkistan, Gobi çölü, Orta Tien-Şan civarı ve bugünkü Kırgız bozkırıdır (197-98.1). Bununla beraber ona göre Altay ve cenubi Asya’ya Türkler daha sonra göçetmişlerdir. Oberhummer’e göre Türklüğün anayurdu olarak Altay gösterilebilir.3 Radloff Türklüğün anayurdunu daha şarkta aramıştır. Yahut hiç olmazsa Uygur tarihine dair yazdığı “Toplu bir bakış”ın ilk kısmından böyle bir netice çıkarılabilir: (Das Kudatku Bilik, Teil 1, 1891, LXXX-LXXXI. s. 1): “Çok eski zamanlardan beri Çin tarihleri bize, kısmen Tunguz ve kısmen de Türk soyundan olmaları çok muhtemel birçok şimal barbarlarıyla yapılan mücadelelerden bahsediyorlar. Tunguzlar şimal-i şarkiden Büyük Okyanus’a kadar uzanan sahada ikamet ediyorlardı. Türkler de bu esnada Sarı nehrin cenubundan ve garbdeki dağlardan Tibet hududuna kadar olan sahada bulunuyorlardı. Çin devletinin takviyesi suretiyle Türk kabileleri daha şimale doğru atıldılar. O suretle ki M.Ö. IV. asırda bunların yalnız pek cüz’i bir kısmı Sarı nehrin sol sahilinde ikamet ediyorlardı. Türk kavimleri tarafından şimal ve garbe doğru işgal edilen sahanın genişliği hakkında tabiatıyla elimizde hiçbir malumat yoktur.” M. A. Czaplicka’nın 1918’de “The Turks of Central Asia in History and at the Present Day” unvanlı eserinde (61.1) yazdıkları da Radloff’un görüşünü andırmaktadır:
“Türklerin muhtemel cedleri, Çin’in şimalinde yaşadılar ve oraya yaptıkları istilalar dolayısıyla Çin vakanüvisleri tarafından Milattan üçbin yıl gibi uzun bir zaman önce zikredildiler. Fakat tabiatıyla Çin’in çok şimalinde ve uzak garbinde yaşayan Türklerden Çinliler hemen hiç bahsetmemişlerdir.”
G. J. Ramstedt kısa bir makalesinde4 Türklüğün anayurdunu Şarki Asya’ya, Kingan dağının şark ve garb yörelerine naklediyor, yahut da Türk dillerini bir zamanlar burada bir yerde konuşulmuş bir anadilden çıkartıyor. Ona göre Türkler, Moğollar, Tunguzlar ve Koreliler bu en eski dil ailesine mensupturlar. Bu anadilden ilk önce Türkler ve Moğollar ayrılmışlar. Tunguz ve Koreliler ise daha bir müddet beraber kalmışlardır.5
Bu fikirlere karşı -1917’de “Turan Cemiyeti”’nde vermiş olduğum bir konferansta izah ettiği gibi-öyle sanıyorum ki, Türklüğün anayurdu Orta ve Şarkî Asya değil, Garbi Asya idi. Meselenin tetkikinde usulünün sıhhati ve malzemesinin zenginliği ile, kendilerine dair hiçbir tarihi kayıt bulunmayan, en eski bağlılık ve münasebetleri (antropoloji ve kültür akrabalığını değil) göstermek için yalnız dil araştırmaları tam bir vuzuhla birer rehber olabilirler. En eski dil birliği Türklüğü Urallı kavimlere bağlamaktadır. Daha önceden de çok defa sözü geçen bu dilbirliğinden, Nyelvtudomânyi Közlemenyek (Dilbilgisi Mecmuası) C. XLVII (1928)’de sistemli bir surette bahsettiğim için burada delillerden yalnız manidar bir kaçını tebarüz ettirmek ve birliği hiç olmazsa örnekleriyle göstermek istiyorum.
Olmak : Türkçe bol- ~ Züryence vil ~ Macarca vol-
Uyumak : Türkçe udu- ~ Mordvince udo-,
İşitmek : Türkçe *qul- ~ Fince kuule-,
Bırakmak : Türkçe qod- ~ Çeremisçe kos-,
Büyülemek : Türkçe arba ~ Fince arpa “büyü aleti”,
Gelin : Türkçe keli ~ Züryence kel “baldız”,
Siğil : Türkçe sigil ~ Çeremisçe şeğel,
İçyağı : Türkçe maj ~ Vogulca boi (Macarca vaj)
Andığım tetkikte gramer uygunluğundan başka böyle otuz iki kelime mutabakatinden bahsettim ki, bunlardan birkaçının doğruluğu ispat edilemezse bile büyük bir kısmı şüphesiz ki doğrudur.
Urallı kavimlerin anayurdu -bundan pek de şüphe edilemez- Ural dağlarının Avrupa yakasında, galiba Kama, Peçora, Viçegda nehirlerinin yukarı mecraları bölgesinde idi. Samoyedler buradan daha şimale göçmüşler, Finnugorlar da buradan daha cenubdaki bir ülkeye, yani Kama’nın aşağı mecrası olan Byelaya ile Volga’nın bunlara oldukça yakın bulunduğu bir yere inmişlerdir.
Şu halde en eski Urallı-Türk münasebetlerinin yerinin neresi olabileceğini aradığımız zaman, ilk önce bu sahayı, daha doğrusu bu saha civarını gözönünde bulundurmamız lazımdır.
Burada iki mes’ele ortaya çıkıyor:
Bilindiği üzere Ural anadilinin İndogermen anadiliyle kat’i ve açıkça görülebilen bir münasebeti vardır.6 Acaba Türkler ve İndogermenler arasında böyle uygunluklar -çünkü yukarıdaki tespitlere göre bunlar da tasavvur olunabilir- yok mudur? Bunun yalnız bir misalini biliyorum, bu da “insan” manasına gelen kelimedir. Samoyedce kum “insan”, Züryence komi (bugün “züryen” bu manadadır), Voğulca xum “insan, erkek insan”, Türkçe kün “halk”, Moğolca kümun “insan” sözü ile birdir ve bu sözler de latince homo ve bunun İndogermence mukabilleri ile münasebete getirilebilirler. Bunlar haricinde anatürkçe ve İndogermence arasında birleşme görülmüyor ve bu sebepten bu dil uygunluklarına esas olabilecek vaziyeti öyle tasavvur etmemiz lazım geliyor ki, Türkler Urallılar ülkesinin şark, İndogermenler de bunun garb taraflarında oturmuş olmalıdırlar (Bu esasa nazaran da İndogermen anayurdunun Asya’da olması imkansızdır).
Burada ortaya çıkan ikinci mes’ele de şudur ki, bütün bunlardan sonra Türk dilinin Moğol ve Tunguz dilleriyle olan münasebetleri ne oluyor? Burada bir defa, bununla ilgili soruların daha vazıh olarak izah edilmesine kadar beklememiz lazımdır; ondan sonra da şurasını ehemmiyetle belirtmemiz icab eder ki, bu kavimlerin oturduklurı ana ülkeyi mutlaka Şarki Asya’da, daha garbdaki sahalarla dil bağlılığı bulunmayan bir ada halinde tasavvur etmemiz zaruri birşey değildir. Türklerin en eski yurdunun Kırgız stepi, İrtiş ve Aral gölü bölgesinde olduğunu farzedersek, o vakit Moğolların bu ülkenin şarkı civarında mesela Altay dağları çevresinde, Tunguzların bunun şarkında, Korelilerin ise daha şarkda oturmaları icabedecektir. Bu takdirde şu neticeye erişmiş olurduk ki zikrolunan kavimler -İndogermenlerden Korelilere kadar- aşağı yukarı eski yerleşme vaziyetlerini bugüne kadar muhafaza etmişlerdir.
Böyle olunca, Ural-Altay dilleri ailesi7 mes’elesi garip bir surette değişiyor, daha doğrusu oldukça siliniyor demektir. Şimdiye kadar varlığı ispat edilemeyen Ural-Altay anadili yerine, andığımız Şarkî Avrupa-Orta Asya dil zenciri nazariyesini kabul etmemiz gerekir (Orta Asya sözünü “şimali ve cenubi Asya” mukabili olarak kullanıyorum). Bu dil zenciri azalarının eski münasebetleri, bazı noktalarda galiba akrabalığa değil, sıkı temaslara dayanmaktadır. Şu kadarı şüphesizdir ki, bu dillerin benzeşmesinde -hiç olmazsa kısmen- daha sonraki karşılıklı te’sirlerin geniş ölçüde rolleri olmuştur: İndogermen- Orta Asyalı etnik gruplar arasında -hiç olmazsa bazı münferid münasebetler- daima, nitekim milattan önceki bin yıllarda bile sıkı bir temas vardı ve öyle zannediyorum ki, bu etnik guruplar Mezopotamya medeniyeti dairesiyle de münasebette idiler.
Mezopotamyalıların altılı sayı sistemi izleri İndo-Germen ve finnugorlarda mevcut olduğu gibi bazı eşya adları da bu zikredilen sahada uzun göçler yapmışlardır.
Mezopotamya’da ince bir bez adı “bûşu”dur. İbrani ve Aramca’da mukabili bûş “bez”dir; bu söz Grekçeye büssos şeklinde geçiyor, Türkçede de böz~ bez (Çuvaşça pir) şekillerinde mevcuttur. Sözün göç yollarını çizemiyorum, fakat Türkçeye şüphesiz ki Türk ilkçağında girmiştir. Daha sonra mutlaka Türkçe vasıtasıyla Moğolcaya (büs, Kalmukça bös “yün kumaş”) ve Mançucaya (boso “bez”) girmiştir.
Türkçe balqa “çekiç”, Moğolca aluqa, Tunguzca palû, xaluka, folğo Mezopotamya menşeli bir kültür sözüdür; bkz. Sümerce balag “balta”, Babilon-Asurca pilaqqu “aynı”, Sanskritçe paraçu-I (parçu-I) “aynı”, Grekçe peleküs “aynı”.8 “Kendir”in de İndogermen-Ural-Türk ülkelerinde müşterek bir adı vardır: Türkçe kendir, Çeremisçe kine, Ossetçe gen, Grekçe xännabis vs.’deki bu mühim kültür sözü bu sahada bir dilden ötekine, -elbette milattan önceki asırlarda ve şüphesiz garbi Asya’da- geçmiştir. Sözün anayurdu Ural ülkesi görünüyor.9
Bunlara nazaran Türklüğün anayurdunu kat’î ve sarih olarak tayin etmek henüz mümkün değildir; belki daha sonraki araştırmalar daha verimli neticelere götüreceklerdir. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, anayurt Altay ve Ural arasındaki ovada idi.
İlmî neşriyatta eski Türklerin Sümerlerle olan münasebetleri hakkında çok şeyler söylenmiştir.10 Bazıları Sümerleri Ural-Altay, hasseten Altay dil ailesinin bir uzvu, bazıları da doğrudan doğruya Türklüğün en eski bir kolu olmak üzere tasavvur etmişlerdir. Sümerce ne bir Ural-Altay ne de bir Türk dilidir. Bu husustaki ispat teşebbüsleri şimdiye kadar tamamen muvaffakiyetsizlikle neticelenmişir. Nitekim son zamanlarda Münih Üniversitesi eski profesörü Fritz Hommel, Türk-Sümer, daha doğrusu Altay-Sümer akrabalığının taraftarı idi. Iwan Müller’in klasik filoloji elkitabı külliyatının bir cildinde, “Ethnologie und Geographie des Alten Orients” de, bu nazariyeyi müdafaa etmektedir. Kaydettiğimiz eserin 22. sahifesinde (1904) şu yolda bir takım kelime mukayeselerini buluyoruz:
Sümerce ab “ev”, Türkçe eb “ev”; benzetme imkansız olmamakla birlikte kendi başına kandırıcı değildir; bu Sümerce kelimeyi Delitzsch’nin “Kleine sumerische Sprachlehre” adlı eserinde şöyle buluyorum: ab Wohnung.
Sümerce agar “tarla” (Delitzsch’te adar, agar “salon”) ~ Türkçe ekin; imkansız birleştirme, çünkü Türkçe ekin sözü ak- “tohum ekmek” sözünden gelir.
Sümerce agarin “tarla” (Delitzsch’te agarin “anne”) Türkçe qarın “karın, dölyatağı”; 1. Sümercedeki sözbaşı a’dan dolayı, 2. manaları dolayısıyla imkansız (Türkçe kelimenin manası “karın”dır).
Sümerce dag “taş” Türkçe taş, Sümerce din, til “hayat” Türkçe tiri “canlı”, Sümerce dir, dirig “karanlık”, ~ Türkçe tol “aynı manada”, (Türkçe karşılığını bilmiyorum), Sümerce dir “doldurmak” ~ Türkçe tola “aynı manada” (doğrusu tol “dolu olmak”), Sümerce gal, val “olmak” ~ Türkçe pol -(doğrusu:bol-) “olmak”, Sümerce gar, gan “balık” ~ Türkçe balık “balık” bütün bunlar her türlü ihtimalden uzak, tesadüfe bağlı benzetişlerdir. Bunula beraber tek bir Sümerce-Türkçe söz uygunluğuyla ayrıca meşgul olmamız icabeder, çünkü doğru ve manalı göründüğü gibi, belki de bunun sayesinde Türk eski çağının anlaşılması bakımından son derece ehemmiyetli bir buluş olabilecek Sümer-Türk temaslarına dair neticeler çıkarmamıza yarayabilir. Bu, Sümerce dingir “Allah” sözünün Türkçe tangri “Tanrı” sözüyle olan birleşdirimidir. Fakat bu birleştirmeyi iyice tetkik edersek bunun zahiri olduğu anlaşılır, çünkü Sümercede kelimenin şekilleri (bkz. Delitzsch, adı geçen eser): dim-me-ir, dingir, digir, manası “parlak, ışıldak”;11 “Tanrı, Tanrıça”; Türkçe kelimenin şekilleri ve manaları ise şunlardır: Göktürkçe, Uygurca teari “gökyüzü, tanrı”, Kazanca teagri “tanrı”, târi (Ostroumov: terQ) “mukaddes resim, ikon”, Kazanca (Balint) teari “tanrı”, Kazanca (Ostroumov), teaQrQ, tearQ “tanrı”, Mişerce (Paasonen), teaQrQ “tanrı”, Başkurtça (Katarinskiy) teagrQ, Teleütçe teaere “gökyüzü, yukarıdaki ışık”, Altayca teaeri ay., Sagayca tengir “gökyüzü”, Kumukça teaairi “tanrı”, Kırgızca, Karakırgızca t@ari “gökyüzü, tanrı”, Tarançıda tearQ “gökyüzü, tanrı, Lutsk Karaimcesi tendri, tenri “tanrı”, Lebedce, Şorca tegri “gök” Sagayca tegri “gökyüzü”, Osmanlıca taarı “tanrı, tanrısallık”, Yakutça taaara “gök, tanrı, veli”, Çuvaşça turP “tanrı; mukaddes tasvir”, Moğolca12 phags-pa yazılı kitabelerde: den-ri; başka yazıtlarda: teageri; Yazı Moğolcasında tngri (okunuşu teari; Kowalewski tegri okuyuşu yanlıştır), daha seyrek olarak teageri; Yazı Kalmukçası teageri “gökyüzü, gökte oluran”; Halha Moğolcası teagQr teageri (Vladimirtsov, Sraun. Gramm. 338); Çakarca, Karçince teagQr (Ligeti’nin notları); Dahurcada teageri (lvanovskiy), t>agQr, t>ag!r “gökyüzü” (Poppe 92); Darkatça teagQr, krş. Buryatça te’jQr “gökyüzü” (Sanceyer, Darchatskiy govor, 53. 1.); Buryatça (Castren) teaere, teaer; Naymanca, Gorlosça, Durbut-beisece, Jastuca, Aru-korçince (doğrusu Korçin, bkz. Ligeti, Raport, 33), Ordosça tear(i) (Rudnev, Materialı); Kalmukça teagr (Ramstedt: Nyelut. Közlem. XLII, 237). Moğolcada da anlam genellikle “gökyüzü ve tanrı”dır.
Şu halde Türkçe kelimenin manası “gökyüzü, tanrı” Sümerceninki “parlak ve tanrı”, demek ki, bu manalar yalnız kısmen birleşiyor. Şekil uygunluğu ise daha az kabul edilebilir bir halde. İlk hecedeki Sümerce i-den en eski Türkçe’de a~e oluşu bilinemediği gibi, Türkçe kelime sonundaki i-ı-e-a vokalleri de Sümercede mevcut değildir.
Esasen teari sözünün Sümerceden alınmış olması da imkansızdır. Çünkü aslı Türkçe bir kelimedir.13
Türkçede bazen bir takım sözleri başka dillerde mümkün olduğundan daha açıkça izah edebiliyoruz. Mesela uzuv adlarının aslı manaları Türkçede bilinir: köz “göz” aslında “gören”, qulaq “kulak” işiten, jürek “kalp” “deprenen, yürüyen”, Osmanlı Türkçesinde dudaq “dudak” aslında “tutan”, burun aslı “koku duyan” vs. yahut, mesela: sığır “inek” aslı “sağılan”; yılan “yılan” aslında “kayan”; yemiş “yemiş”, aslı “yenilen”; yıldız, aslı “parlayan” jumurta “yumurta” aslı “yuvarlak”.
Teari “gök yüzü, tanrı” sözü de bu izah edilebilir sözler arasına girer. Kelime teaiz “deniz” sözüyle aynı asıldandır; bunun da muhtelif şekilleri şunlardır:14
Uygurca teaiz (Kaşgarı15 1074); teaiz, Codex Cumanicus; tengiz, osmanlıca deaiz, Kazanca dingQz diagQz, Mişerce deagQs, Başkurtça diagQs, Çağatayca tingiz, Kırgızca tengit, Altayca teais, Çuvaşça tinQs, Macarca tenger, Bulgar Türkçesi teagir. Kelime yalnız “deniz” değil, çok defa “büyük göl, büyük nehir” manasına da gelir.
Aslında “gök” manasına gelen teari sözü ile teaiz “deniz”, tea müsavi, müşabih, yeknasak sıfatından gelmedir; her ikisinin de asli manası: “düz bir biçimde, kesintisiz”dir. Tea’in -ş ekli biçimi olan teaiş’e Teleutçede “kesintisiz, bitişik, düz, müsavi manalarında rastlanmaktadır.
Teaiz’deki malum -z eki bir isim teşkiline yarar ki, bunun hakkında Nyelvtud. Közlemenyek’in XLVII. cildinde bir yazım vardır (s. 82-83). Teari’nin eki de bilinir, ilk kısım olan -r yine bir isim teşkil ekidir.16 İkinci kısmı olan a-â-ı-i de aynı tarzda isim teşkil ekidir (bkz. Osmanlıca vs.). Or “delik, çukur”, -Çağatayca vs. ora “delik, çukur”, Koybalca goaza “bacak”, -Kırgızca goauz “böcek”, Kumukça qonguzaq “böcek”;17 “köprü” adı Türk şivelerinde: kübür, küpür, köbür, kömür -köprü (eski Osmanlıca köpri) köprÜ, köprn, kömrü, köprük.
Bernât Munkacsi birçok kereler Türk dillerinde eski indo-iranî unsurların bulunduğunu anlatmıştır. Buna ait makalesini 1894’de “Ösi törökârja nyelverintkezes” adıyla Nyelvtudomanyi Közlemenyek’in XXIV. cildinde neşretmişti. 1900’de Keleti Szemle’nin I., sonra 1905’de yine Keleti Szemle’nin VI. cildinde meseleyi yeniden bahis mevzûu yaptı. Zoltân Gombocz Nyelvtudomanyi Közlemenyek’in XXXVI. cildinde o âna kadarki neticeleri şüphe ile karşılayarak bu mes’eleyi ele aldı. Munkâcsi yine Keleti Szemle’nin VII. cildindeki küçük bir yazısında Türkçe qılıç “kılıç” sözünün eski Hindce menşeini isbâta çalıştı ve bununla şimdilik Türk-arya dil münâsebetlerini mevzu edinen araştırmalarına nihayet verdi. Fakat mes’ele 1912’de Moskovalı âlim Th. Korsch’un “Türkische etymologien” adlı makalesinde tekrar ele alınmıştır. Bu makale Thomsen Festschrift’-inde neşredilmişdir; bunda dokuz Türkçe-İranca söz birleşikliği gösterilmektedir.
Korsch’un bu makalesinde bizim burada kullanabileceğimiz bir şey yoksa da, Munkacsi’nin makalesinde- Gombocz’un yukarıda andığımız küçük makalesinde ihtiyatla ve şübhe ile karşılamasına rağmen-öyle görüyorum ki, Türklüğün en eski çağının araştırılmasında ihmâl edilmeyecek, çok mühim birleştirmeler vardır.
Munkacsi’nin birleştirmelerinden aşağıdakilerin doğru olduğu fikrindeyim:
1. En eski Türkçe *burç, burç “biber” eski Hindce18 mariça- (m.) “biberfidanı” (nominativ mariçal, mariças); eski l….dce mariça- (n.) “biber” (nom. mariçam).19 Macar Etimoloji Lûgati, bors maddesinde, sadalıların çok farklı olmasından dolayı birleştirimi imkânsız buluyor. Bununla beraber öyle görüyorum ki bu fark zahiridir. Aşağıda gelecek misâllerin isbat edeceği gibi eski Hindce sözsonu a-nın düşmesi kaideye uygundur. Türkçedeki ikinci hecenin u-suna karşı, eski Hindcedeki -i- garib sayılamaz. Fakat ilk hecedeki eski Hindce ar’nın Türkçe u-y karşılığı da kaide dışında değildir, çünkü Türkçede bir cihetten a>ı gelişmesi ve a-ı karşılaşımı, diğer cihetten ı-u karşılaşımı umumîdir. Kumandı Türkçesindeki m ı r ç şekli eski Hindcesinin kusursuz bir karşılığıdır, ve hattâ kumandı şekli ihtimâle göre yeni de olsa -ki bu, tamamen şüphesiz değildir- bunda görülen fonetik hususiyetler en eski Türkçedekilerle izah edilebilir (Burç-un muhtelif Türk şivelerindeki şekilleri için bak: Macary Etimoloji Lûgati).
2. Türkçe sıra “bira, şarab -eski Hindce sur#-’ein geistiges Getränk.20 Bak. Codex Cumanicus sira “vinum; Altayca, Teleütçe Kaybolca, Sagayca, Kaçintsçe, Kırgızca, Kazanca (Radloff), Karaçayca (Pröhle) sıra “Bier”; başkırtça (Katarinskiy) hıra “aynı mana”; Tobolca (Giganov) sra; Çuvaşça (Paasonen) sPra ay.; Koybalca (Castren) serä “a.m.”, -eski hindce sur# (nominativ sur#) “ein geistiges Getränk”, “vorzugsweise”, “Branntwein”, namentlich, “Kornbranntwein”. “Liqueur” (Böhtlingk-Roth); A-vesta’da hur# “Name eines alkoholischen Getrankes, Milchwein, Kumys” (Bartholomae). Mânalarda görülen fark veyahut da kararsızlık bir engel değildir. Filhakika Sanskritçe sözün mânası hakkında Munkacsi Ârja es kaukazusi elemek” adlı eserinde (s. 545) Khun’un (Ztechr. f. vergl. Sprachf. auf hem Gebiete d. indog. Spr. XXXV, 314) deki fikrini zikrediyor, buna göre sur#’nin eski mânaları rakından ziyade, birayı bildiriyor.21 İlk hecedeki u > ı değişimi, sonra yukarı vokalli şekil tahavvülü Türkçeye hasdır.
3. Türkçedeki tana “dana” -eski Hindce d hen#- “milchende Kuh”.22 Bak. çağatayca, Kırımca, Karaimce, Kazanca (Radloff) tana “eine junge Kuh, die Ferse, ein einjähriges Kalb”; Kazanca (Balint) tana “iki yaşında inek, düve”; Başkırtça (Katarinskiy) tana “iki yaşında inek”. osmanlıca (Kâmûs-i Türkî) dana “büyükçe buzağı”; Çuvaşça (Pasoonen) tına “iki yaşında inek, dana”, Macarca tino Bulgar Türkçesi” *tınaF-dan gelir “ein junger Ochs von 2 bis 3 Jahren”- eski Hindce (Bohtlingk-Roth) dhen#-“Milchende Kuh” (nom, dhena).
Türk ve eski Hind şekillerinin fonetik karşılaşımı mükemmeldir; Hindce sözbaşı d h- yerine Türkçede t- vardır; çünkü Türkçede sözbaşı d h- yoktur. hattâ aslî d- de yoktur; e > a değişmesi âhenk kaidesi icabıdır. Söz sonu uzun a’nın kalışını anlamak için biraz önce bahsi geçen sıra kelimesine bakınız.
Bu mukayeselere “A honfoglalo magyarsag kialakulasa” adlı eserimde kısaca bahsettiğim, bir tanesini daha ilâve edebiliriz (s. 94).
4. Türkçe tam “duvar, dam” -eski Hindce (Böhtlingk- Roth) dama- “Haus, Heimat” (-Lâtince domus vs.).
Bak. Orhun tam: Thomsen en son23 “Mauer” diye tercüme ediyor.24 Kâşgarî (1077) tam “Mauer, Wand”; Uygurca tam (Bang-v. Gabain, Türk. Turfan-Texte) tam “Mauer”;25 Uygurca (Rachmati Zur Heilkunde der Uiguren) tam “Mauer”26 Codex Cumanicus 5lr tam “tectus” (böyle) (= farsî b # m “dam”); osmanlıca, Azerbaycanca, Kırımca (Radloff) dam “Dach, Haus”; Osmanlı (Kâmûs-i Türkî) dam “dam, damla örtülü ve duvara benzer bir şeyle çevrilmiş yer, avul, ahır, hasbhane”; tam (Radloff) Sagayca: “Erdschichte”, Tarançide, Şarkî Türkistan dilinde, Kırgızca, Karakırgızca, Kazanca: “duvar” Kırgızca: “türbe” Çağatayca “dam”.
Öyle sanıyorum ki Türkçe ve eski Hindce arasında şimdilik bu dört sözün uygunluğunu ispat edebiliriz. Bu dört sözün doğruluğundan şüphe etmiyorum, bilhassa burada kültür sözleri bahis mevzuudur. Şurası da muhakkaktır ki, istikbalde bunların sayısı daha da artacaktır.
Bu eski Hindce sözler Türkçeye ne zaman ve nereden geldi? Şüphesiz, daha bütün Türklüğün beraber yaşadığı bir devirde, milattan önce 1500 den 500-e kadar süren bin yıl içerisinde yahut da bu bin yıl yakınlarında ve Garbi-Asya’da, Aral gölü civarındaki bir yerde, fakat ne hepsi aynı yerde ne de aynı zamanda, ve belki ne de doğrudan doğruya. Muhakkak ki meselâ tana olsa olsa daha eski, burç galiba daha yeni zamanda (M. Ö. 500?). Urallılarla olan münasebet Türklüğün kaydettiğimiz zamanda Garbî Asya’da sâkin bulunduğunu gösteriyor, yine bu zamanlarda aynı sâhada Eski Hind kabîlelerinin dolaşmış oldukları da oldukça yayılmış bir faraziyedir. Ancak zannetmiyorum ki Hindlilerin Milâttan önce ikinci bir yılda, Önasya, Ermenistan, Suriye ve Filistin’deki rolleri bu kadar imkana te’sir edebilsin.27
Fakat bu eski Hind-Türk temasını Orta Asya’da, Altay yöresinde, yahut Şarkî Asya’da bile tasavvur etmek güçtür. Burada unsurlarını veren dilin hakkikatte malûm, eski hindce değil, belki başka herhangi bir indo-iran lehçesi olması da muhtemeldir. En eski Türkçede, eski Hindceden gayri başka bir İndo-Germen dilinin yâni Toharcanın te’siri de görülüyor. Toharca ile Türkçe arasında uygunluklar bulunduğunu çok kere söylemişlerdir.28 Zahiri ve tesadüfi olan şu aşağıdaki uygunlukları:
Türkçe kün “gün, güneş” -Toharca kom “Tag, Sonne” (Schulze -Sieg- Siegling, Tocharische Grammatik, s. 49).
Türkçe çek-, “ziehen, anziehen, herausziehen”-Toharca tsek “herausziehen” (Toch Gr. 482).
Türkçe jap- “yapmak”-Toharca ya, y p a “yapmak” (Toch. Gr. 457), bıraksak bile, şu iki kelimenin uygunluğunu tesadüfî sayamayız:
1. Göktürkçe, Uygurca, Teleütçe tümân “on bin; pekçok; onbin kişi”; Kâşgârî (1077) tuman; Codex Cumanicus tumen; Osmanlıca tuman; Çağatayca tümen~tuman- “zengin olmak”; Macarca tömeny (<Bulgar ~ Türkçesi *tümân).29
-Toharca tm#m, B-şivesinde (Türkçe şeklin bundan geldiğini sanıyorum) tumane, tmane “10.000” (Toch Gr. 194).
Bu Türkçe söz Moğolcada (tümen “dix mille, nombre indéterminé”) ve Tunguzcada da vardır (Mançuca tumen, Goldca tuma, tımu vs. “10.000”).30
2. Türkçe (miran, Stein elyazması) öküz “öküz”; Kâşgârî (1077) öküz “buğa”; Codex Cumanicus, 54r. ogus “öküz”; Karaçayca ögüz, yögüs “öküz”; Osmanlıca öküz “öküz; buğa”; Osmanlıca (Kâmûs-i Türkî) ogguz “tosun”; Çağatayca, Kırgızca ögüz “öküz, buğa”; Çuvaşça vPkPr, mPkPr “buğa, öküz”; Yakutça ogus “öküz”; Macarca ökör (<Bulgar -Türkçesi *ökür).31
B. Toharcası okso “Rind”.
Kelime sonundaki sadalının kaideli düşüşüyle (bak. tümän -B. Toharcası tumane) meydana gelen bir *oks şeklini Türkçedeki ogus- öküz şekli kaideli olarak temsil etmektedir.
Bu kelime Moğolcada da vardır: ükür, üker “bête, bêteâ cornes”. Kelimenin indogermen dilleriyle akrabalığı vardır, şu halde Türkçeye Toharcadan girmiştir; tümen sözünü veren dilin de Toharca olduğu açıkça görülüyor (Pelliot’nun yukarıda anılan buna dair makalesine bakınız).
Toharca ile Türkçe arasında muhtemel bir söz benzerliği daha vardır: çur rütbe adını kastediyorum ki, buna dair Tochr Gr. 50. sahifesinde şunu buluyoruz: “Gor belki Türkçe bir unvandır (vgl. F. W. K. Müller, Zwei Pfahlinschriften. Abh. BAW. 1915, s. 34”, fakat buna hususî bir ehemmiyet vermeyeceğim, çünkü birleşme galiba en eski Türk devrine ait değildir.32 Ancak diğer iki söz uygunluğu daha çok ilgilendiricidir ve Eskiçağ tarihi bakımından pek mühimdir. En eski Tohar-Türk temasının nerede ve ne zaman olduğuna dair beyanatda bulunmaya şimdilik cür’et edemeyeceğim, çünkü bu teması bir yere bağlamak, Toharların garb-şark ve şark-garb istikametindeki büyük göçleri ve Tohar dili mes’elesinin -göründüğü gibi- henüz kat’iyetle aydınlanmamış olması itibariyle güçtür.
Türklerin en eski yurtlarından nasıl ve ne zaman göç ettiklerini bilmiyoruz. Eğer böyle mevhum bir mes’elede rey sürmek caiz olsa idi, Türklerin Milâttan önceki 1000-500 etrafında dağıldığını, bâzı gruplarının oldukça müstakil bulunduklarını, buna mukabil aradaki birliğin temas ve daimi muhaceretler neticesinde de muayyen bir şekilde mevcûd olduğunu söylerdim. Bir nokta açıkça görülüyor ki o da en evvel Türk kitlesinden ayrılanlardan Yakut ve Bugarların cedleri (Çuvaşlar vs.) olmasıdır, çünkü bunların dilleri çok değişikliğe uğramış ve diğer Türklerin dilinden çok farketmiştir. Hattâ uzun zaman Yakut ve Çuvaş dillerini hakiki Türk dillerinden saymamışlardır. Bir az eskice bir tedkikimde (Az ösjakut hangtan alapjai) Yakut ve Bulgar Türklerinin öteki Türklerden ayrıldıkdan sonra daha bir müddet beraber kalmış olduklarını, çünkü dillerinin müşterek ayrılıklar gösterdiğini söylemiştim. Bu müşterek yenilik şudur: diğer lehçelerdeki ilk hecenin a sesine karşılık, Çuvaşça ve Yakutçada aynı yerde sekiz on misalde i sesini buluyoruz. [Nyelvt. Közlem. XLII (1914) ve dd.].
1. ayt- “söylemek” -Yak. ıyıt- “sormak” Çuvaş. ıyt- i “sormak”,
2. al- “almak” -Yak. ıl- Çuv. il,
3. arıq “zaif” -Yak. ır- “kuvvetden düşmek” -Çuv. ırhan “zaif”,
4. at- “atmak, endaht etmek” -Yak. ıt- “atıb vurmak” -Çuv. ıvPt- “atmak”
5. qatı “katı, sert”-Yak. kıt#nax33 -Çuv. hıtg.
6. tay “tay” -Yak. tıy -Çuv. Tiha
7. tamır “damar” -Yak. tımır -Çuv. tımar
8. yar “yar, uçurum” -Yak. sır -Çuv. |Pran
Çuvaşça ile Yakutça arasında daha başka uygunluklar da vardır. Mesalâ -hem de oldukça çok olmak üzere- öyle haller vardır ki bunlarda, öteki lehçelerdeki aslî kısa vokali Çuvaşçada iki hece, Yakutçada uzun bir vokal yahud bir diftong karşılamaktadır: kök “mavi” Yak. küöx, Çuv. kPvak. Bununla ilgili mes’eleleri mufassal bir tedkik mevzuu yapmak icab eder.
Çuvaşça ve Yakutçayı s- Türkçesi adı altında topluyorum, buna mukabil öteki lehçelerin teşkil ettiği gruba y- Türkçesi adını veriyorum. Bu adlamanın esası şu ki Türkçe kelime başı y’ si, Çuvaşça ve Yakutçada pek erkenden değişmeğe başlayarak s- sesine doğru gelmiştir; kalan lehçelerde ise y-kısmen kalmış, kısmen de biraz daha geç olarak dz sesine yaklaşmıştır.34
Çuvaşçanın ceddi olan Bulgar Türkçesi eski çağda, bu günkü Çuvaşça gibi değil, çok mühim bir rol oynamışdır. Bu, Türklüğün hatırı sayılır ve bâzı bakımlardan bütün diğer Türk gruplarından çok daha önemli bir koldur. Fevkal’âde ehemmiyetini Moğolcaya, çok eski devirde, belki milâttan önce yapmış olduğu te’sir göstermekdedir.
Moğolcanın Türkçeden gelme sözleri mes’elesini kısaca şu tarzda icmal edebiliriz:
Eski Türkçe “-z- sesi Bulgarcada -r- olmuştur, meselâ Mezopotamya sözü bNwu “bez” gerekse büssos -türkçe böz-bez-, Bulgarca “Çuvaşça” pir; Tohar B. okso “sığır” -Türkçe öküz- oguz¥Bulgar (Çuvaşca) vPkPr; buna muvazi bir değişme de en eski Türkçe ş-’nin Bulgarcada l- oluşudur. Halbuki Moğolcada en eski Türkçedeki z yerine r-, ş yerine l- gösteren birçok Türkçe sözler vardır;35 şu halde bunlar eski Bulgarcadan Moğolcaya gelmiş sözlerdir. Bulgar Türkçesinin diğer büyük tesiri -bildiğimiz gibi- Macarcada görülür. Fakat Moğolca da Türkçeye te’sir etmiştir. Macar dilinin Bulgar Türkçesinden gelme sözleri arasında birçok Moğolca sözler de vardır,36 bunlar Bulgar Türkçesine Moğolcadan gelmiştir. Orhon Kitabeleri ve diğer kitabeler dilinde de Moğol menşeli cemi eklerini buluyoruz ki bu kuvvetli bir dil te’sirini göstermektedir, ancak bu te’sirin teferruatı henüz bilinmemektedir. Hakikatte bununla, Türklüğün eski çağ tarihi mütaleasını bitirmiş oluyoruz. Bu mütaleaya göre bu tarih milâttan sonra 500’e kadar olarak hesap edebiliriz. İşte bu tarihten biraz evvel ve sonra Türklük hakkında, açıkça izah edilebilir tarihî kayıdlar görülmeye başlıyor. Fakat daha önceki zamanlardan, yâni Türklüğün en eski çağından da tarihî birtakım kayıtlar vardır ki, bunlar Türklerle ilgilidirler, yahut ilmî neşriyatda çok defa Türklerle ilgili gibi rol oynamakdadırlar. Bunları sırasıyla gözden geçirelim:
Buna âit ilk kayıtlar Herodotos’un, IV. kitap 23. faslında bulunur, ve şöyledir: “Bu İskitlerin arazisine kadar, tasvir edilen mıntaka tamamiyle düz ve bereketli bir topraktır, fakat ötesi çakıllı ve çoraktır. Eğer bu çorak bölgeden uzun bir yol katederek geçersek, yüksek dağların eteğinde birtakım insanlar buluruz ki, rivayete göre bunların hepsi çocuk yaşdan beri erkek ve kadın aynı sûretle saçsızdırlar; kezalik basık burunları, büyük çeneleri vardır, vâkıa kendi dillerince konuşurlar fakat İskit elbisesi giyerler ve gıdalarını meyve ağaçlarından te’min ederler. Bunlara yiyecek veren ağacın adı Pontikon’dur, büyüklüğü incir ağacı kadar vardır. Yemişi fasulyeye benzer, içinde çekirdeği vardır. Bu olgunlaşınca torbalardan süzülür, bundan koyu siyah bir usare çıkar ki adı asxü’dür. Bunu hem yalarlar, hem de sütle karıştırarak içerler, tortusundan da çörek yaparlar ve bunu da yerler, çünkü davarları azdır, otlaklar da orada fenadır. Herkes bir ağaç altında oturur, onu kışın keçeden bir tente ile örter; bu, yazın örtüsüzdür. Bunlara kimse ilişmez, çünkü mukaddes sayılırlar. Harb silâhları da kullanmazlar; bundan başka komşuları arasındaki kavgalara bunlar bakarlar, kendilerine sığına mücrimlere de yine öyle, kimse onlara el sürmez. Bunlara Argippai us diyorlar.” 24. fasıl: “Bu saçsız kimselerin memleketine kadar bütün araziden, buraya kadar oturan bütün kavimlerden sarih malumatımız vardır; çünkü bir taraftan yanlarına İskitler gelirler ve bunlardan bilgi edinmek güç değildir; diğer taraftan da Borysthenes ticaretgâhlarından ve daha başka Pontus ticaret yerlerinden Grekler gelirler.”
Herodotos’un eserini Macarcaya tercüme etmiş olan Jozsef Gereb -başka izahlara uyarak-buraya şöyle bir kayıt koyuyor (II. kitap, 174. s., 40. n.) “Bu pontikon, Prunus Padus Macarca yabanî kiraz yahut kuş kirazıdır ki, bunu bugünkü Başkırtlar ve Kalmuklar kuruturlar ve ince bulamaç hâline gelinceye kadar sütde kaynatırlar, sonra bunu sulandırarak besleyici bir yemek diye yerler.”
Burada geçen asxü sözünü Türkçe ile izah etmek âdetdir, bunu kullanan kavmi, Argippaeusları da çok kere Türk sayarlar. Bunun hiçbir esası yoktur. Evvelâ şunu kaydetmek lâzımdır ki Herodotos’un bu rivayetinin hakiki bir özü varsa da -ki elbette var- umumîyetle o kadar efsanevî ve mânasızdır ki, bunu kat’iyetle Türklere atfetmek imkânsızdır.
Asxü kelimesine gelince, bunun Türkçe olmasını inandırıcı bir tarzda izah etmek aynı sûretle, mümkün değildir.
Tomaschek “kritik der ältesten Nachrichten über den skythi schen Nordens” in II. kısımda37 bu kelime hakkında şunları yazıyor: “Argippâislara âid asxü kaydı 2340 yıl önceki Türkçe kelimeyi göstermektedir. Bunun izahı için muhtelif yollar vardır; Türkçe sigh- “sıkmak, tazyik ederek süzmek” (sighindu “usâre, su”, Moğolca sigür “elek, süzgeç”); Moğolca asxaxu “dökmek, akıtmak”, açuk “koyu bir mayı”; erman (Reise um die Erde I, 1, 427) Türkçe açigh, açı “ekşi, buruk, tuzlu, acı” ile izah etmektedir. Belki bu kelime yalnız usâreyi değil, aynı zamanda iyi bir gıda mânasını ifade eden ezmeyi de bildiriyor. Türkçe -ghu (Moğolca -xu) ve -ugh şeklinde de tesadüf edilen bir isim teşkil eki, vuzuhla tanınabilir. Bu normina actionis perfectae mânasındadır. Meselâ jar-, “yarmak”, jar-ghu “ayrılma, nifak”; “karar, mahkeme”, “kanun” ve jar-ghu “yarık, ziya hüzmesi”; kök olarak as, beslenmek diye nazarı itibâre alınmalıdır. Daha iptidâî şekli olan as-ghu’ya artık tesadüf edilmemektedir. Fakat bunun muvazi şekli olan as-ugh “gıda, yol azığı, gündelik yiyecek” mânasına gelir; diğer taraftan aş (Yakutça as) “gıda; arpa; çavdar; ekmek, çorba, et” mânasında olanına tesadüf edilmekdedir.”
Bugün bu alacalı izah imkânlarını cerhetmek artık lüzumsuzdur, yalnız en çok muhtemel farzedilen izah hakkında şunu kaydedeyim ki as “beslemek” fiili Türkçede yoktur, as-ugh “erzak”ın doğru fonetik şekli azuk’dur ve bunun aş “gıda” ile hiçbir ilişikliği yoktur. Tomaschek düpedüz izah etmiş olduğu gibi, Argippaeusların tasvirindeki bâzı noktaları da Türk kavimlerinin bâzı âdetleriyle izah ediyor; bunu yapmak mümkündür, fakat bu işin bu gün elle tutulabilir hiçbir neticesi yoktur. Tomaschek’in zikrettiği eserin ilk kısmı 1833’de çıkmıştır. Erman’ın bu hadsî fikrine Müllenhof38 ve Kiessling39 de taraftardırlar.40
Tomaschek keza “Arimaspoi” kavminin de Türk, Hun olduğu fikrindedir; bundan da yine yalnız Herodotos (III. 116, IV. 13), Prokonnesoslu Aristeas hikâyesine istinaden, bahseder. Tomaschek’in “Kritik der ältesten Nachrichten über den skythischen Norden” adlı tedkikinin ilk kısmında bundan bahsetmekdedir.41 Bu Arimasposlar, kalabalık, cenkçi, tek gözlü bir kavimdir ki malûm dünyanın şimal-şark kıyısında otururlarmış; bunlar altını bekleyen Grifflerin arazisine komşu imişler, oradan altın elde etmeğe çalışırlarmış. Burada Türk filolojisi bakımından ele alınabilir bir şey yoktur. Buna mukabil Laufer’in Arimaspoi kavminin “Moğol” olduğu hakkındaki nazariyesi çok cazibdir. (Toung-Pao, 1908, 429-52.); Laufer’in ispatından şu noktaları belirteyim ki Moğolcada erem-dek “tek gözlü” demektir ve altın toplayan karınca kıralı efsânesi Moğollarda mevcuttur.
Eğer bu ispat doğru ise -ki bana çok muhtemel görünüyor- o vakit daha milâttan önceki Vl-V. asırda, Moğollar Grek dünyasının ufkunda bulunuyorlardı.
Büyük İskender zamanında da yeniden şüpheli bir emâre zuhur ediyor. Curtius Rufusta (VIl,7, I) bir İskit kralının kardeşi Carthasi (m) adını taşıdığını görüyoruz “at rex Scytarum…. fratrem Carthasim nomine”. Bu İskit adını Nöldeke-mes’elede daha çok şüphe ederek- Türkçe qardaş sözüyle birleştirmiştir.42 Bu birleştirmeyi R. v. Scala 1905’de Helmolt’un Cihan Tarihi’nde yeniledi (V, 46); E. Oberhummer43 bunu muhtemel buldu. Ben de bu faraziye ile, 1922’de “Asia Major”un “Hirth Anniversary Volume”un da etraflıca meşgûl oldum. Burada qardaş’ın eski şeklinin qarındaş olduğunu ve Büyük İskender zamanında da bu şeklin kullanılması icab etdtiğini gösterdim. Şu halde Carthasi(m) adı ancak, bu kaydın eksik olduğunu farzetdiğimiz zaman Türkçesiyle birleşebilir, fakat bu devirde bu sâhada bu izle beraber başka Türk izleri de görülebilseydi ancak o takdirde faraziyeye heyetiyle inanılabilirdi.44 Pelliot ise İskitlerin İranlı olmaları dolayısıyle bunu ihtimal dahilinde bulmuyor.45 Tarihi tâkib edecek olursak, bundan sonra Hunlardan bahsetmemiz icab eder. Fikrime göre Asya Hunlarına âit olan ve Çin menbâlarında geçen kayıdlar Türkler’den bahseden ilk tarihî haberlerdir. Hunların Türk olduğu nazariyesi, umumî olarak ilim edebiyatında kabûl edilmiş değildir, fakat ben bunu çok muhtemel görüyorum. Avrupa Hunlarının dil bakıyeleri “A honfoglalo magyarsag kialakulasa” adlı eserimde (131 ve dd.) izah ettiğim gibi muhakkak olarak Türkçedir. Asya Hunlarının bunlarla, daha sonra Uygurlarla, Göktürklerle olan münasebetleri tarih kayıtlarına göre şüphesizdir. Ligeti de Magyar Nyelv’in XXX. (1934 cildinde S. 45) “galiba Hun dili de Türk dillerindendir” diye yazıyor.
Demek oluyor ki tarihin ilk Türklerini Şarkî Asya’da buluyoruz. Bunların Garbî Asya’daki yurdlarından buraya nasıl ve ne vakit geldiklerini bilmiyoruz, fakat bunda bir fevkal’âdelik yoktur; çünkü Türkler tarihin muhtelif devirlerinde hayret verici bir çabuklukla Karadeniz’den Sarıdeniz’e kadar uzanan sâhada fütuhatda ve göçlerde bulunmuşlardır.
Hunlarla ilgili Çin kayıtlarının büyük bir kısmını -mühim bir bibliyografyayı zikrederek- andığım eserimde tanıttım (S. 129 ve dd.), burada bunları tekrarlamak tabiî lüzumsuz olur.
Milâttan sonraki IV. asırdan VI. asra kadar Şarkî-Asya’da Türk-Topaların saltanatı kuruluyor ki buna dâir elimizde etraflı Çin kayıtları vardır.46
İhtimâl ki Herodotos’daki Yürkaların Melâ ve Plinius’da Turcae, Tyrcae diye yazılması,47 kont Geza Kuun’un48 Chwolson’a dayanarak Kırım’daki bu zamana âid İbranice mezar taşı kitabelerinde bulunan Türk adlarından anlaşıldığına göre milâttan önce II. asırda burada kavimlerinin oturduklarını söylemesi gibi (bunlar arasında meselâ İslâm Ayni adı da var) bâzı âşikâr hatâlardan bahsetmek de galiba fazladır.
Türklüğün tarihî devri aşağı yukarı V. asırda başlıyor; VI. asır ortasına kadar henüz haberler seyrektir ve bu sırada bilhassa Macarlar bakımından en mühim Türk kavmi olan Bulgarlar rol oynar, VI. asır ortasında Türklüğe adını veren kavim iktidarı eline alıyor, bu zamandan itibaren artık Türk tarihinden oldukça vâzıh malûmatımız vardır.
1 Bkz. Castren’in 27 Şubat 1848 tarihli mektubu: Reiseberichte und Briefe aus den Jahren 1845-1849 (ed. Schiefner, 1856), 400-402 s. ve Castren, Kleinere Schriften, 107 ve dd. Schott, Über das Altai’sche oder Finnisch-Tatarische Sprachengeschlecht (1849), s. I: “Fin, Tatar dil ailesinin anayurdu Türklerin, Moğolların ve Finlere ait runot (epik halk şarkları)ların kat’i ifadelerine göre, cesim Altay dağlarının üzerindedir (Yukarı İrtiş’den Onon’a kadar). Altay civarının “Ural-Altaylılar”ın en eski yurdu olduğu nazariyesinin ilk mümessili bilhassa Wiedemann’dır ki, 1838’de Schott’un araştırmalarının tesiri altında (Versuch über die Tatarischen Sprachen, 1836) Çud (-finnugor) ve Türk-Moğol-Tunguz dillerinin akrabalığını ve bu dillerle komşu kavimlerin en eski yurtlarını Orta Asya olmak üzere kabul ediyor. (“Über die früheren Sitze der tschudischen Völkern Mittelhochasiens”, Reval, 16 sahife, 40, Bkz. Setâlâ, Finnisch-ugrische Forschungen, V, 3-4 s. I. n) Castren de hemen hemen Wiedemann’dan müstakil olarak buna benzer bir fikre vasıl oldu (Setâlâ, Journal de la Soc. Finno-Ougr. XXX, Ib. s. 33). Castren’in nazariyesi basit ve ani bir buluşa değil, etraflı araştırmalara dayanmaktadır. Onun hareket noktası Ural-Altay dillerinin akrabalığıdır; andığımız mektubunda buna dair şu beyanatta bulunuyor: “Fin dilleri Altaylar’da oturan ve oradan yayılan kavimlerin dilleriyle az veya çok bir surette yakınlık gösterir. Bizim dilimizin kökü hepsinden ziyade Samoyedce ve Türkçeye bağlıdır. Fakat Moğol ve Tunguz dilleriyle de kati bir yakınlığı vardır.” “Kleinere Schrifter”in 107-122. sahifelerindeki “Über die Ursitze des finnischen Volkes” namıyla neşredilen ders metninde ilk önce Fin, Samoyed, Tatar (=Türk) halk şiirlerinin akraba olduğuna işaret ediyor, sonra Altay bölgesinde bulunabilen Samoyed izlerinden bahsediyor: bir Samoyed kitlesi burada dilini de muhafaza etmiştir, halbuki buralarda dillerini kaybetmiş oldukları halde Samoyed boylarını saklamış olan cemiyetlere rastlıyoruz. Çin menbaları ve Ebülgâzi’ye göre -Altay bölgesinin Türklüğün en eski yurtlama yeri olduğunu da işaret ediyor. Şu halde dilleri akraba Samoyed ve Türklerin en eski yurdunu tarihi araştırmalar aynı yerde göstermektedir. Çin kayıtları ve Tatarların an’anesi de bir zaman burada sarışın ve mavi gözlü bir kavmin oturduğundan bahsetmektedirler (Tatarca bu kavmin adı aq’qaraq “ak” gözlüdür). Bundan sonra Castrén Altay bölgesindeki coğrafi adları Finlandiya’dakilerle mukayese ederek birleştiriyor. Bütün bunlar, daha çok, Ural kavimlerinin en eski yurdu araştırmaları tarihine aittir, fakat Türklüğün ana yurdu meselesi bakımından da ehemmiyetsiz sayılamaz.
2 Bkz. bir de Schott, Versuch über die Tatarischen Sprachen, 1836, s. 6.
3 Die Türken und das Osmanische Reich, 1917, 4.
4 Mémoires de la Soc. Finno-Ougr. LVIII (1928), 453. Bkz. Kai Donner: Journal de la Soc. Finno-Ougr. XL, I ve XLV, I, s. 6.
5 Bkz. Kraelitz: Österr. Monatsschr. f. d. Orient, 1918, 191.
6 Björn Collinder. Indouralischs Sprachgut. Uuppsala, 1934.
7 Ligeti: Magyar, Nyelv XXX (1934) 44-45.
8 Munkacsi, Az ural-altaji népek, 40. (Heinrich, Egy. İrod. -tört. IV). Pelliot: Journal Asiatique, Avril, Juin 1925, 245, 251. I. n.
9 Gomboez, Bulgarisch-türk, Lehnwörter, 92 ve dd. Laufer, Sino-Ironica, 293 ve dd.
10 F. H. Weissbach, Dies sumerische Frage. Leipzig, 1898. Bernat Munkacsi, Az ural-altaji népek, 38-41. (Henrich, Ci. Edeb. Tar. IV.)
11 Prof. Landsberger’in ifadesine göre Sümercede bu sözün parlak manası yoktur, yalnız tanrı, tanrıçayı bildirir. Ş. Batav.
12 Lajos Ligeti’nin verdiği malumat.
13 Türkçe teari ‘gökyüzü, Tanrı’ sözünün Çince t’ien ‘gökyüzü’ sözünden geldiği fikri de ileri sürülmüştür. Bu ise fonetik morfolojik ve tarihi sebeplerden dolayı aynı.
14 Gombocz. Bulgarisch-türk. Lehnwörter, 128-29.
15 L. Brockelmann, Mittel-türkischer Wortschatz.
16 J. Deny. Grammaire de la langue turque. s. Margit Palló; Nyelvt. Közlem XLVI (1923). 157.
17 Margit Palló; a.y.
18. Indoiranca verilerinin toplanılmasında László Gaál ile Zsigmond Telegdi bana yardımda bulunmuşlardır.
19 Keleti Szemle VI, 377.
20. Munkâcsi: Nyelvt. Közlem. XXIV, 407; Árja és kaukázusi elemek, 545; Keleti Szemle VI, 379; Kannisto, Die tatarischen Lehnıv. im Wog. 174.
21. Bak. bir de Laufer: Sino-İranica, 240.
22 Munkácsi: Nyelvt. Közlem. XXIV, 406; Melich: Magyar Nyelv XXII (1927), 552; mukayeseyi yapan Flórian Mâtyâs’dır. bak. Magyar Nyelv XXIII, 547.
23 Ztschr. d. Deutschen Morgenl. Ges. NF. III (1924), 159.
24 Bu tercüme güvenli değildir; andığımız yerde Yolıg Tegin şöyle diyor: “Yirmi gün burada kalarak her şeyi bu taşa, bu (tam=) duvara yazdırdım”; burada tam sözünü “mezarın üzerindeki yapı” diye tercüme etmek icab etmez mi bilmiyorum (aşağıdaki verilere bak.).
25 Tamamiyle vâzıh değildir; cümle aslen budur: (tegirmi tam içinte esrük tıa innerhale der Einfassungamauer (?) wurdest du betrunken’).
26 Burada da mânâ şüphe götürmektedir, bu yerde attan veya duvardan düşmeye karşı kullanılan bir devâdan bahsedilmekdedir.
27 Bak. Meselâ Paul Kreteschmer, Varuna und die Urgeschichte der Inder, Wiener Ztschr. f. d. Kunde des Morgenlandes, XXXIII (1926), s. 1-22
28 Bak. Pelliot: T’oung Pao XXVII (1931), 447-49.
29 Gombocz: Bulgarisch-türk, Lehnwörter, 131.
30 Gombocz: Bulgarisch-türk, Lenhwörter, 131. Pelliot: T’oung Pao, XXVII (1931), 448.
31 Gomboc: Bulgarisch-türk, Lehnwörter, III. Pelliot: Journal Asiatique, Avril-Juin 1925, 240, 248.
32 Pelliot bunun çok eski olduğunu zannediyor. Bak. Toung Pao, XXVII (1931), 449.
33 Yunanca Khi, ve fonetik harflerden aspirata kh yerine x kullanmıştır (Ş B.). (1931), 449.
34 Türklüğün en eski dilinin bölünüşü hakkındaki başka nazariyeler için: Ramstedt: Journal de la soc. Frinno-Ougr. XXXVIII (1922-2S); Poppe: Ung. Jahrb.- VI; Körösi Csoma Arch. II.
35 Zoltán Gombocz: Keleti Szemle XIII á (1912). I ve dd.
36 Bak. Lajos Ligeti: Nyelvt Kğzlem. XLIX, 233 (Ş. Baştav).
37 Sitzungsber: Akad. Wien CXVII (1888), 59-60
38 Deutsche Altertumskunde III, 15.
39 Pauly-Wissowa: Real Eneyelopädie, s. v. Hunni (1913), 2599.
40 Bak. daha How-Wells: Acommentary on Herodotus, I. S09-S11.
41 Sitzungsber. Akad. Wien CXVI (1888), 115 ve dd.
42 A. Gutscmid: Geschichte lrans, 1888, VI. ve s. 2, I. n.
4S Die Türken und das Osmanische Reich, 25.
44 Barthold: Enzyklopaedie des Islam, s. v. Türken, 970; Ztschr. d. Deutschen Morgenl. Gesellsch. NF, VIII (1929), 126.
45 T’Oung Pao, XXII (1923), 363.
46 Nyelvt. Közlem. XLVII (I. cüz, 1931, s. 139’da bibliyografyasını tanıttım.
47 Oberhummer, Die Türken und das Osmanichs Reich, 55.,
48 Adalékok Krim történetéhez, 18; 3, 8-9. s.
2 Bkz. bir de Schott, Versuch über die Tatarischen Sprachen, 1836, s. 6.
3 Die Türken und das Osmanische Reich, 1917, 4.
4 Mémoires de la Soc. Finno-Ougr. LVIII (1928), 453. Bkz. Kai Donner: Journal de la Soc. Finno-Ougr. XL, I ve XLV, I, s. 6.
5 Bkz. Kraelitz: Österr. Monatsschr. f. d. Orient, 1918, 191.
6 Björn Collinder. Indouralischs Sprachgut. Uuppsala, 1934.
7 Ligeti: Magyar, Nyelv XXX (1934) 44-45.
8 Munkacsi, Az ural-altaji népek, 40. (Heinrich, Egy. İrod. -tört. IV). Pelliot: Journal Asiatique, Avril, Juin 1925, 245, 251. I. n.
9 Gomboez, Bulgarisch-türk, Lehnwörter, 92 ve dd. Laufer, Sino-Ironica, 293 ve dd.
10 F. H. Weissbach, Dies sumerische Frage. Leipzig, 1898. Bernat Munkacsi, Az ural-altaji népek, 38-41. (Henrich, Ci. Edeb. Tar. IV.)
11 Prof. Landsberger’in ifadesine göre Sümercede bu sözün parlak manası yoktur, yalnız tanrı, tanrıçayı bildirir. Ş. Batav.
12 Lajos Ligeti’nin verdiği malumat.
13 Türkçe teari ‘gökyüzü, Tanrı’ sözünün Çince t’ien ‘gökyüzü’ sözünden geldiği fikri de ileri sürülmüştür. Bu ise fonetik morfolojik ve tarihi sebeplerden dolayı aynı.
14 Gombocz. Bulgarisch-türk. Lehnwörter, 128-29.
15 L. Brockelmann, Mittel-türkischer Wortschatz.
16 J. Deny. Grammaire de la langue turque. s. Margit Palló; Nyelvt. Közlem XLVI (1923). 157.
17 Margit Palló; a.y.
18. Indoiranca verilerinin toplanılmasında László Gaál ile Zsigmond Telegdi bana yardımda bulunmuşlardır.
19 Keleti Szemle VI, 377.
20. Munkâcsi: Nyelvt. Közlem. XXIV, 407; Árja és kaukázusi elemek, 545; Keleti Szemle VI, 379; Kannisto, Die tatarischen Lehnıv. im Wog. 174.
21. Bak. bir de Laufer: Sino-İranica, 240.
22 Munkácsi: Nyelvt. Közlem. XXIV, 406; Melich: Magyar Nyelv XXII (1927), 552; mukayeseyi yapan Flórian Mâtyâs’dır. bak. Magyar Nyelv XXIII, 547.
23 Ztschr. d. Deutschen Morgenl. Ges. NF. III (1924), 159.
24 Bu tercüme güvenli değildir; andığımız yerde Yolıg Tegin şöyle diyor: “Yirmi gün burada kalarak her şeyi bu taşa, bu (tam=) duvara yazdırdım”; burada tam sözünü “mezarın üzerindeki yapı” diye tercüme etmek icab etmez mi bilmiyorum (aşağıdaki verilere bak.).
25 Tamamiyle vâzıh değildir; cümle aslen budur: (tegirmi tam içinte esrük tıa innerhale der Einfassungamauer (?) wurdest du betrunken’).
26 Burada da mânâ şüphe götürmektedir, bu yerde attan veya duvardan düşmeye karşı kullanılan bir devâdan bahsedilmekdedir.
27 Bak. Meselâ Paul Kreteschmer, Varuna und die Urgeschichte der Inder, Wiener Ztschr. f. d. Kunde des Morgenlandes, XXXIII (1926), s. 1-22
28 Bak. Pelliot: T’oung Pao XXVII (1931), 447-49.
29 Gombocz: Bulgarisch-türk, Lehnwörter, 131.
30 Gombocz: Bulgarisch-türk, Lenhwörter, 131. Pelliot: T’oung Pao, XXVII (1931), 448.
31 Gomboc: Bulgarisch-türk, Lehnwörter, III. Pelliot: Journal Asiatique, Avril-Juin 1925, 240, 248.
32 Pelliot bunun çok eski olduğunu zannediyor. Bak. Toung Pao, XXVII (1931), 449.
33 Yunanca Khi, ve fonetik harflerden aspirata kh yerine x kullanmıştır (Ş B.). (1931), 449.
34 Türklüğün en eski dilinin bölünüşü hakkındaki başka nazariyeler için: Ramstedt: Journal de la soc. Frinno-Ougr. XXXVIII (1922-2S); Poppe: Ung. Jahrb.- VI; Körösi Csoma Arch. II.
35 Zoltán Gombocz: Keleti Szemle XIII á (1912). I ve dd.
36 Bak. Lajos Ligeti: Nyelvt Kğzlem. XLIX, 233 (Ş. Baştav).
37 Sitzungsber: Akad. Wien CXVII (1888), 59-60
38 Deutsche Altertumskunde III, 15.
39 Pauly-Wissowa: Real Eneyelopädie, s. v. Hunni (1913), 2599.
40 Bak. daha How-Wells: Acommentary on Herodotus, I. S09-S11.
41 Sitzungsber. Akad. Wien CXVI (1888), 115 ve dd.
42 A. Gutscmid: Geschichte lrans, 1888, VI. ve s. 2, I. n.
4S Die Türken und das Osmanische Reich, 25.
44 Barthold: Enzyklopaedie des Islam, s. v. Türken, 970; Ztschr. d. Deutschen Morgenl. Gesellsch. NF, VIII (1929), 126.
45 T’Oung Pao, XXII (1923), 363.
46 Nyelvt. Közlem. XLVII (I. cüz, 1931, s. 139’da bibliyografyasını tanıttım.
47 Oberhummer, Die Türken und das Osmanichs Reich, 55.,
48 Adalékok Krim történetéhez, 18; 3, 8-9. s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder