KIRIM TATARLARI KİMDİR?
Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Kırım yarımadasının yerli halkı olan Kırım Tatarları, aynı zamanda ülkenin aslî Müslüman unsurunu da teşkil ederler. Bugünkü durumda her ne kadar Kırım Tatarları Kırım nüfusunun ancak yaklaşık % 13 kadarını meydana getirmektelerse de, bu halkı ne Kırım, ne de Kırım’ın bağlı bulunduğu Ukrayna itibarıyla bir azınlık cemaati olarak görmek teknik, tarihî ve hattâ hukukî açılardan doğru olmayacaktır.
Bugün “Kırım Tatarları” adı verilen halkın terkibi, kimliği ve geçmişi hakkında çoğu zaman tarihî hakikatlere uymayan kanaatlere sahip olduğu görülür. Genellikle sanıldığının aksine, Kırım Tatarları tek bir dalgada gelerek Kırım yarımadasına yerleşmiş yekpâre bir soyun ahfâdı değildir. Konuya âşinâ olmayan pek çok kişinin kanaati, (Moğol asıllı kabul ettikleri) “Tatarlar”ın XIII. asırda Cengiz Han ordularının Karadeniz’in kuzeyindeki ülkeleri istilâsıyla buralara yerleştiği ve bilâhare bu insanların Kırım yarımadasındaki kolundan günümüze intikal ettiği şeklindedir. Söz konusu vakalar Kırım tarihinde çok önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, bugünkü Kırım Tatarlarının etnik, linguistik, kültürel ve tarihî özelliklerini böyle sade bir formül ile izah edebilmek mümkün değildir. Yine konuyu dışarıdan değerlendiren kimseler, “Tatar” adının başka yerlerde de geçmişte ve bugün kullanılmış ve kullanılmakta olmasına bakarak, meselâ günümüzdeki İdil boyundaki “Tataristan” muhtar cumhuriyetini göz önünde bulundurmak suretiyle, Kırım Tatarlarının o Tatarların Kırım’daki kolu olduklarını yahut “Tatar” adı altında otokton bir millet mevcut olup, bunun bir kolunun İdil-Ural’da, bir kolunun Kırım’da, diğer kollarının da başka yerlerde yaşadıklarını düşünürler. Bu zan da gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır.
Bu bakımdan, öncelikle bugün “Kırım Tatarları” adını verdiğimiz halkın mümeyyiz vasıflarını ortaya koymak suretiyle onların diğer halklarla olan bağ ve münasebetlerinin boyutlarını ele almak doğru olacaktır. Kırım Tatarlarının tamamı Sünnî Müslüman olup, anânevî olarak Hanefî mezhebine bağlıdırlar. Kırım Tatarlarının ana dili olarak konuştukları lehçelerin hepsi Türk dilidir. Burada altı çizilmesi gereken husus “Kırım Tatarcası” diye adlandıracağımız tek bir lehçenin mevcut olmadığıdır. 1944 Büyük Sürgünü öncesi “Yalıboyu” tabir edilen Kırım’ın güney sahil şeridinde yaşayanlar düpedüz Osmanlıca’nın uzantısı olan büyük ölçüde Oğuz ağırlıklı bir lehçe konuşurlarken, “Çöl” tabir edilen Kırım’ın kuzey kesimlerindeki düzlük bölgelerin ve Kerç yarımadasının halkı bâriz Kıpçak özelliklerini taşıyan bir lehçeye mâliktirler. Diğer taraftan, coğrafî olarak Kırım’ın orta kesimlerinde yer alan Bahçesaray ve Karasubazar bölgelerinde konuşulan şive ise yukarıda anılan birbirinden hayli farklı dialektlerin karışımından müteşekkil bir yapı arz eder. “Orta yolak” adı da verilen ve aynı zamanda edebî Kırım Tatar dili olarak kabul edilmiş olan bu şive tam bir Oğuz-Kıpçak karışımı mahiyetiyle umum Türk dünyasında gayet orijinal bir mevkiye sahip olup, belki de bu dünyadaki hem Oğuz hem de Kıpçak grupları tarafından çok büyük ölçüde anlaşılabilen yegâne lehçeyi teşkil eder.
Bugünkü Kırım Tatarları birbirlerinden ayıran farklar yalnızca lehçe-şive farklarından ibaret değildir. Anılan şive farklılıklarına paralel olarak, fizyonomik özellikleriyle de çoğu Kırım Tatarının aslen Kırım’ın hangi bölgesinden olduğu kolaylıkla ve isabetle tahmin edilebilir. “Çöl” bölgesindekilerin nispeten çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli bâriz mongoloid özelliklerine karşılık, Yalıboylular genellikle Akdeniz tipleriyle birbirlerinden ayrılırlarken, aynen şive hususunda olduğu gibi, Bahçesaray, Akmescit ve Karasubazar gibi orta bölgelerden gelenler fizyonomik açıdan da bu vasıfların bir karışımını teşkil ederler. Bölgeler arasındaki bu farklılıklar âdetler, hayat tarzı ve kültür bakımından da geçerlidir.
Bu şekilde kabaca bir ampirik tesbit dahi, bugün Kırım Tatarları adını taşıyan halkın esas olarak tek bir tarihî halkın kesintisiz devamı olamayacağını açıkça göstermektedir. Mevcut dil ve kültür özellikleri bu halkın aslî kısmının kökünün tarihî Türk etnosuna dayandığını hiç bir şüpheye yer vermeyecek ölçüde ortaya koymaktaysa da, etnik Türk unsurların yarımadadaki hakimiyeti altında geçen çok uzun bir süreç içinde Müslümanlaşan ve/veya Türkleşen diğer etnik grupların da bu terkibe dahil olduğunu kaydetmek gerekir. Nihayet unutulmamalıdır ki, stratejik olarak yolların kesiştiği bir mevkide yer alan Kırım, en eski çağlardan beri pek çok sayıda birbiriyle akraba yahut bütünüyle farklı halkların geçtiği yahut yerleştiği bir bölge olduktan başka, burada meskûn halkların da çok geniş bir coğrafya ile daima münasebetleri olagelmiştir. Bu meyanda, Türk veya proto-Türk halkların bölgede tesbit edilebilinen mevcudiyetlerinden önce, M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren yarımadada Kimmer, Tavr, İskit, Sarmat, Yunan ve Got hakimiyetlerinin tesis edildikleri bilinmektedir. Antik çağlardan beri de özellikle Yalıboyu’nda canlı bir ticaret ve şehirleşme olgusu var olagelmiştir.
Türk dilli halkların Kırım yarımadasında kesin olarak tesbit edilebilen en eski mevcudiyeti, terkibinde Türk dilli unsurları barındırdığı bilinen Hunların M. S. IV. asırda yarımadayı hakimiyetleri altına almalarıyla gerçekleşmiştir. Hunların varlığının Kırım üzerinde fazla kalıcı bir iz bırakmadığı anlaşılmakla birlikte, VI. yüzyılın ikinci yarısında yarımadanın kuzeyindeki bozkır (Çöl) kesiminin kısa bir süre için de olsa Türk (“Göktürk”) Kağanlığı’nın hakimiyeti altına girdiğini kaydetmek gerekir. Bu kağanlığın dağılmasını müteakip VII. asrın ortalarına doğru Kırım’ın da yer aldığı çok geniş bir arazide bir Türk halkı olan Hazarların devleti teşekkül etti.
Kudretli Hazar İmparatorluğu dönemini Kırım’ın hiç değilse bazı bölgelerinin etnik olarak Türkleşmeye başlaması açısından kritik bir devir olarak nitelendirmek mümkündür. Her ne kadar Hazar hakimiyeti yarımadanın tamamını ihata etmiyor idiyse de (güneydeki sahil şeridi kısmen Bizans idaresine tâbi idi), bu imparatorluğun bünyesinde Kırım’ın özel bir yeri olmuştur. Hazar varlığı Kırım’a öylesine damgasını vurmuştur ki, yarımadanın XV. yüzyılda bile bazı Avrupalılar tarafından “Gazaria” olarak adlandırıldığı görülür. Etnik olarak Türk olmakla birlikte Musevî bir hânedânın yönettiği Hazar İmparatorluğu’nda genellikle İslâmiyet de dahil diğer dinlere tolerans gösterilmekte ve devletin bir hayli Müslüman tebası bulunmaktaydı. Bu sebepten, Kırım’da ilk Müslümanlar Hazar döneminde görülmeye başlamış olmalıdır.
Kırım’daki Hazar hakimiyeti IX. yüzyılın ikinci yarısında çöktüyse de, Asya’dan gelen yeni göçebe ve savaşçı Türk dalgaları bölgenin tedricî Türkleşme sürecini devam ettirdiler. Bu meyanda, Peçenekler X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yarımadanın step ve dağ etekleri kısmına hâkim oldular. Adı geçen dönemde, Kırım Peçeneklerle Bizans İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin kilit noktasını teşkil ediyordu.
Peçeneklerin ardından gelen Türk kabilesi Kıpçakların (Kumanlar) X.-XI. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyindeki muazzam bozkırlarda ve Kırım’da hakimiyetlerini tesis etmeleri, yarımadanın Türkleşmesi tarihinde en önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder. Orta Asya’dan başlayıp Doğu Avrupa’ya kadar Karadeniz’in kuzeyi boyunca yayılan bozkırlara “Deşt-i Kıpçak” (Kıpçak Bozkırları) adının verilmiş oluşu boşuna değildir. Kıpçaklar buranın tarihine öylesine damgalarını vurmuşlardır ki, bugün Kırım Tatarları adını verdiğimiz halkın dili ve kültürü üzerinde de Kıpçak unsuru büyük ağırlık taşımaktadır. XI. yüzyılda pek çok Kıpçak’ın İslâm’ı kabul etmiş olmasına binaen, Kırım’da ilk Müslüman cemaatlerinin teşekkülünden söz edilebilir. Zaten büyük sayıda Kıpçak’ın köle veya ücretli asker sıfatıyla Müslümanlaşarak Müslüman ülkelerde savaşçı görevini üstlenmeleriyle, Kıpçaklar ve İslâm dünyası arasında çoktan münasebetler kurulmuş durumdaydı. Nitekim, Mısır’daki köle kökenli askerler Kıpçaklardan oluştuğu gibi, Memlûk Devleti’nin bânîsi Sultan Baybars da Kırım doğumlu bir Kıpçak’dı. Kırım’ın büyük kısmındaki Kıpçak hakimiyeti XIII. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Bu arada yarımadanın güney sahillerinde kısa bir süre için de olsa ilk defa güneyden gelen Türk unsurlarının hâkim olduğu görülür. 1227’de Konya Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın emrindeki Hüsameddin Çoban Bey bir Selçuklu donanması ile Kıpçakları yenerek Sudak’ı ve çevresini ele geçirdi.
XIII. yüzyıl başlarında Cengiz Han’ın meydana getirdiği muazzam imparatorluk Kırım’ın da kaderini değiştirdi. Cengiz Han’ın ordularından bir grup ilk olarak 1223 yılında Karadeniz’in kuzeyine gelerek burada Kıpçak-Rus birleşik kuvvetlerini perişan etti. Bu zafere rağmen bölge kalıcı olmadılar. Ancak 1237’de Cengiz Han’ın torunu Batu’nun kumandasında geri dönerek benzeri görülmemiş bir kudretle önlerine gelen bütün güçleri ezerek Avrupa ortalarına kadar hemen her yeri ele geçirdiler. Kırım da böylece bu dev doğulu imparatorluğun parçası oldu. Cengiz Han’ın ölümünden kısa bir süre sonra imparatorluğun fiilen dört parçaya bölünmesiyle, Kırım yarımadası “Altın Orda” nâmıyla anılan ve başlı başına muhteşem bir imparatorluk teşkil eden devletin payına düştü.
Cengiz Han’ın kendisi gibi kurduğu ordunun ve devletin de üst kademeleri esasen Moğol’du. Bununla birlikte, asıl Moğollar devletin içinde küçük bir azınlık teşkil ettikten başka, diğer unsurların ve özellikle de Türklerin büyük payı vardı. Nitekim, Cengiz Han imparatorluğunun her birinin başında Cengiz soyundan hanların bulunduğu dört vâris imparatorluktan üçü hızla Türkleşecek ve İslâmlaşacaktır. Altın Orda’nın kalbini teşkil eden İdil (Volga) boyu, Deşt-i Kıpçak ve Kırım’daki Türk unsurların yoğunluğu, zâten Cengiz ordularıyla beraber doğudan gelen unsurların Moğollardan çok daha fazla sayıda Türkleri ihtiva etmesi, Altın Orda’nın bir kaç nesil içinde tamamen Türkleşmesine yol açtı. XIV. yüzyıla girildiğinde bu kudreti imparatorluk İslâmiyet’i resmen kabul etmiş durumdaydı.
Altın Orda dönemi İdil (Volga) boyu, Deşt-i Kıpçak ve Kırım’daki Türk varlığının nihaî şeklini alması bakımından büyük önem taşır. Ayrıca bu halklara yabancılar tarafından umumen “Tatar” adının verilmesi de yine bu dönemin bir hatırasıdır. Asıl “Tatar” halkı eski bir Moğol kabilesi olup, bu kabileye mensup olanların Cengiz Han devrinde üstlendikleri rol dolayısıyla Şarklı ve Garplı yabancıların Moğolları veya Cengiz Han’a tâbi olan bütün kavimleri “Tatar” tesmiye ettikleri anlaşılmaktadır. Asıl “Tatar” kabilesinin söz konusu nüfusa oranı son derece az olmakla ve çok kısa bir süre içinde tarih sahnesinden tamamen çekilmesine rağmen, isimleri Cengiz imparatorluğunun ve bilhassa da Altın Orda’nın Türk tebasına miras olarak kalmıştır. Bugün kullanılan mânâsıyla “Tatar” tabiri, Rusların Altın Orda’ya tâbi olmuş bütün Türk halklara (hattâ bazı hallerde temas ettikleri -Osmanlılar hariç- bütün Türklere) verdikleri bir isim olarak belirmektedir. Etnik ve linguistik açıdan söz konusu halkların ne “asıl Tatarlar”la, ne de Moğollarla hemen hiç bir ilişkileri yok ve hattâ kendi aralarında da (umumen Türk dilli ve Müslüman olmaları dışında) büyük farklar mevcut ise de, “Tatar” tabiri yerleşip kalmıştır. XX. yüzyıla kadar bu Türk halklarından pek çoğunun kendilerini “Tatar” olarak adlandırmadıklarını, hattâ bazılarının bu tabirden hiç hoşlanmadıklarını da kaydetmek gerekir.
Aralarında bugünkü Rusların atalarının da bulunduğu Doğu Slav halklarını iki yüz yılı aşkın bir süre hakimiyeti altında bulunduran Altın Orda devleti dönemi Kırım’da Türk-İslâm medeniyetinin kesin olarak tesis olunduğu dönemi temsil eder. Kırım’ın Müslümanlaşması bu dönemde son şeklini almıştır. Kırım böylelikle yaklaşık beş asırlık kesintisiz bir Müslüman hakimiyeti içinde bulunacaktır.
Bir dönem dünyanın en kudretli devleti durumunda bulunan Altın Orda İmparatorluğu’nun taht kavgaları içine düşmesiyle, taht üzerinde iddia sahibi olan Cengiz Han soyundan bir çok prensler taraftarlarıyla birlikte imparatorluğun belirli bölgelerinde hakimiyeti ellerine geçirerek hanlıklarını ilân ettiler. Bunlardan birisi de Kırım’da üslenerek Altın Orda tahtının gerçek sahipleri olduğu iddiasında bulunan Gıyaseddin ve onun oğlu Hacı Geray’dı. Hacı Geray Altın Orda’nın tamamını elde edemediyse de, onun idaresinde XV. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Kırım’ı ve onun kuzeyindeki geniş bozkırları içine alan kudretli müstakil bir devlet teşekkül etmiş oldu: Kırım Hanlığı.
Doğu Avrupa siyasetinin kilit unsurlarından biri haline gelen ve Hacı Geray’ın soyundan gelen “Geray” hânedânı idaresindeki Kırım Hanlığı 1475 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile sıkı bir ittifaka, hattâ onun himayesi altına girdi. Bu tarihten itibaren Kırım’ın güneyindeki dar kıyı şeridindeki Ceneviz kolonileri Osmanlı hakimiyetine geçtikten başka, giderek artan bir Osmanlı nüfuzuna girecek olan hanlığın da kaderi güneyindeki bu imparatorluğa bağlanmış oldu.
Bundan sonra giderek artan ölçüde Osmanlıların her seferine Avrupa’nın Hristiyan devletlerinin korkulu rüyası haline gelmiş olan güçlü Kırım Tatar süvari birlikleri de katılacak ve Orta Avrupa’dan İran’a ve hattâ Mısır’a kadar Kırımlılar da Osmanlılarla birlikte üç yüzyıl kanlarını dökeceklerdi. Özellikle XV. asırdan itibaren de Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı tesiri günden güne arttı. Zaman içinde Gerayların bu devleti idarî ve kültürel bakımdan Altın Orda’nın ve Osmanlı Devleti’nin ilginç bir sentezine dönüştü. Artan Osmanlı nüfuzuna rağmen Kırım Hanlığı siyasî hükümranlığını daima korudu ve başlı başına Doğu Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmayı sürdürdü. XVI. asır başlarında Altın Orda’nın siyasî ünvanını tamamıyla devralan Kırım Hanlığı, bu dönemde Türk/Müslüman hanlıkları aleyhine güçlenmeye ve genişlemeye başlayan Rusya’yı durdurabilen tek güç durumundaydı. Bu meyanda, Kırım Hanı I. Devlet Geray Han kumandasındaki Kırım ordusu 1571’de karşısındaki Rus birliklerini perişan ederek, Moskova’ya kadar gidip orayı yakabilecek kudrete sahipti. Kırım yarımadasının yanısıra, Deşt-i Kıpçak ve Kuzey Kafkasya’nın batı bölümüne de egemen olan Kırım Hanlığı’nın hakimiyet sahası, savaşlarla kuzeye, doğuya ve batıya doğru sık sık genişliyordu.
Hanlık idaresinde Kırım pek çok yönü günümüze kadar devam edecek olan özgün karakterini aldı. Müslüman olan, muhtelif şivelerde Türk dilini konuşan ve yabancıların “Tatar” olarak tesmiye ettikleri yarımada ahalisinin kendine has bir halk olarak teşekkülünde Kırım Hanlığı dönemi büyük önem taşır. Diğer taraftan, bugün Kırım Tatarları olarak adlandırılan halkın özgün devleti ve yarımdada üzerindeki siyasî taleplerinin tarihî referansı da Kırım Hanlığı’dır. Başşehri Bahçesaray olan Kırım Hanlığı bir göçebe devleti olmaktan çıkarak, yerleşik ve parlak bir Türk/İslâm medeniyetinin temsilcisi oldu. Kırım, XV.-XVIII. yüzyıllar arasında sayısız büyük âlim, devlet adamı, edip, sanatçı ve askerin vatanıydı. Osmanlı devlet protokolünde de Sadrazam ile birlikte Padişah’dan hemen sonra gelen Kırım Hanlarından bir çoğu yukarıda anılan bu vasıfları şahıslarında toplayabilen kimselerdi. II. Gazi Geray Han, III. Selim Geray Han ve Kırım Geray Han gibi hanlar çok yönlü kişilikleriyle büyük izler bırakmış devlet adamlarındandır.
Kırım Hanlığı Osmanlı İmparatorluğu gibi özellikle XVIII. yüzyıl içinde bir gerileme süreci içine girdi. 1769-1774 Savaşı’nda Osmanlılarla birlikte Rusya karşısında alınan mağlubiyet felâketli neticeler getirdi. Bu savaş esnasında Rus orduları Kırım’a girmeye muvaffak olduktan başka 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca antlaşması ile Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı himayesi kaldırıldı. Bu tarihten itibaren dokuz yıl boyunca Rusya’nın Kırım tahtına kukla bir han geçirme çabalarının yol açtığı iç kargaşalar bahane edilerek yarımada tam üç defa Rus ordularının istilâsına uğradı ve çok büyük ölçüde kan döküldü. Nihayet, 1783’de halkın tükenmenin eşiğine geldiği bir noktada Rusya İmparatoriçesi II. Yekaterina Kırım Hanlığı’nın lağv ve topraklarının Rusya’ya ilhak edildiğini ilân etti.
Kırım üzerinde Rus hakimiyetinin tesisinin hemen akâbinde, Rusya’nın diğer bölgelerine hiç benzemeyen tabiat harikası bu yarımadayı “yabancı” Tatar/Müslüman unsurlardan temizleme, burayı bütünüyle Ruslaştırma ve daha güneye yönelik genişleme teşebbüsleri için stratejik bir sıçrama tahtası olarak kullanma yönünde sistematik adımlar atıldı. Bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak, Kırım Tatarlarının Kırım’dan Osmanlı Devleti topraklarına büyük dalgalar halinde göçleri başladı. O kadar ki, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı tarihinden (hattâ ondan bile öncesinden) başlayarak, Sovyet devrinde imkânsız hale gelene kadar Kırım’dan Türkiye’ye göçler tek bir yıl bile durmamış, bazen yüzbinlerle ifade edilen muazzam kitle hareketlerine dönüşmüş, bazen de daha münferit boyutlarda kalmıştır.
Genel olarak Rusya hükûmeti Kırım Tatarlarının dışarıya göç etmesine müsbet bir hadise olarak bakmış ve bunların değil önlenmesi, aksine teşvik edilmesi yönünde hareket etmiştir. Ancak göçün bir anda çok büyük ekonomik kayıplara yol açtığı hallerde bunun kontrol altına alınması çareleri aranmıştır. Göçlerin temel sebebi elbette ki Kırım’ın Müslüman halkına yönelik baskı politikalarıdır. Bu politikaların bir yönü, halkın dinî ve kültürel hayatına yönelik fiilî veya psikolojik baskıların tatbikidir. Müslüman halkın en fazla hassas olduğu dinî kimliğine halel gelebileceği endişesi göçlerin önemli sebepleri arasında yer alır. Bununla birlikte, genel olarak göçlere yol açan sebeplerin en başında geleni ekonomik baskılardır. Bu tür baskılar esasen Kırım Tatar köylülerinin XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren sürekli olarak topraksızlaştırılması şeklinde tezahür etti. Muazzam genişlikteki topraklar yarımadanın Rusya’ya ilhakı ile birlikte Rus asilzadelerine ve memurlarına dağıtılırken, ezici çoğunluğu köylülerden oluşan Kırım Tatarları gitgide sefalete dûçâr oluyorlardı. Göç edenlerin yerleri ise Ruslarla ve onların yeterli olmadığı hallerde, Yunanlılardan Almanlara ve Bulgarlardan İtalyanlara kadar pek çok Hristiyan unsurla doldurulmaktaydı.
Göçlerin bilhassa Osmanlı-Rus savaşları ile birlikte hız kazanması dikkat çekicidir. Kırım Tatarları Rusya idaresi tarafından Osmanlıların müttefikleri olarak görüldüğünden özellikle Türklerle savaş zamanlarında varlıklarından büyük huzursuzluk duyuluyordu. Böyle dönemlerde baskılar büyük ölçüde artmakta ve hele savaşın bitiminde Çarlık rejiminin daha büyük bir hınçla üzerlerine geleceği endişesi çoğu zaman bizzat Rusya idarecileri tarafından çıkartılan söylentilerle giderek artıyor, henüz vakit varken İslâm Halifesi’nin toprağına gitme düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Bu tür endişeler bütünüyle temelsiz de değildi. Nitekim, Kırım Tatarlarının kısmen veya tamamen Kırım’dan iç bölgelere sürülmeleri yönünde teklif ve planlar olmuştu. Bunların gerçekleşememesi ancak bunu temin edecek vesaitin mevcut olmayışından olmuştur.
Bütün göç dalgaları arasında hiç şüphesiz en büyük ve yıkıcı tesirler taşıyanı 1860-1861 yıllarında vuku bulanıdır. 1853-1856 Kırım Savaşı esnasında Osmanlıların ve Müttefiklerinin yarımadanın bir kısmını işgal etmeleri Kırım Tatarlarına yönelik şüphe ve antipati duygularını ve dolayısıyla baskıları daha da arttırdı. Savaş Rusya’nın mağlûbiyetiyle neticelenmekle birlikte, Kırım Tatarlarının başlarına gelebileceklerle ilgili söylentiler ve köylülerin büsbütün kötüleşen ekonomik durumları, âdetâ bir panik halindeki kitlelerin Osmanlı ülkesine göçlerine sebep oldu.
Esas olarak göçlerin neticeleri daima felâketli olmaktaydı. Çoğunlukla hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanan Osmanlı idaresi ne yapacağını şaşırırken, muhacirlerin önemli bir kısmı ilkel nakil vasıtalarının kurbanı olarak Karadeniz’in dibini boyluyor, bir kısmı vatanlarına hiç benzemeyen yeni yerleşim yerlerindeki olumsuz şartlar ve salgın hastalıklara yenik düşerek kırılıp yok oluyor, sağ kalanlar da çoğu zaman perişan şekilde hayat mücadelesine girişiyorlardı. Kırım’da kalanların durumu ise, genel nüfusun Müslümanlar aleyhine değişmesiyle daha da ümitsiz bir hale düşüyorlardı. Bütün bir halk âdetâ göç için sırasını bekleyen koca bir kitle haline gelmişti. Zaten 1860-1861 göçünden sonra ilk defa Kırım Tatarları Kırım’da mutlak nüfus çoğunluğunu kaybettiler.
Kırım’da kalan Kırım Tatarları açısından yabancı hakimiyetine girdiklerinden sonra geçen bir asırlık süreyi her açıdan “kara yüzyıl” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Bu süre boyunca Kırım Müslümanlarının hemen bütün sosyal, ekonomik, dinî ve kültürel kurumları her açıdan bir çürümeye maruz kaldı. Halk ezici çoğunluğu itibarıyla sosyal ve ekonomik açıdan Rusların ve diğer Hristiyanların mukayese edilmeyecek derecede gerisine düşerken, gelecek nesilleri yetişterecek olan Müslüman maarif sistemi de fevkalâde geri bir duruma düşmüştü.
Bu ortamda, zaten daimî göçlerle eriyen Kırım Tatar toplumunun değil kendini yenileyebilmesi, uzun vadede varlığını sürdürebilmesi dahi pek mümkün gözükmüyordu. Bütün bu aleyhteki faktörlere rağmen, Kırım Tatarlarını içinde bulundukları bu inkıraz sürecinden çıkaracak ve bir millî uyanış dönemini başlatacak kişi büyük fikir adamı ve reformcu İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) oldu. Gaspıralı vatandaşları olan Kırım Tatarları arasında hemen hiç rastlanmayan bir şekilde genç yaşında çok farklı eğitim ve tecrübelere sahip olma imkânını bulabilmiş, dış dünyayı tanıyabilmiş ve bütün bunlar onun toplumunun içinde bulunduğu durumu çok iyi idrak edebilmesini sağlamıştı. Büyük çoğunluğu itibarıyla kendi kabuğuna kapanmış olan Kırım Tatar toplumunun aksine, Gaspıralı maceralı bir hayatla hem Kırım’daki Müslüman mekteplerinde, hem Moskova ve Voronej’deki Rus okullarında okumuş, Osmanlı Devleti’nde ve Avrupa’da bulunmuş, Batı’yı ve Doğu’yu geniş bir perspektifle tetkik edebilmişti.
Gaspıralı herşeyden önce Kırım Tatarlarının yaşamakta olduğu çok ciddî problemlerin esasında Rusya İmparatorluğu dahilindeki diğer Müslüman halkların meselelerine geniş ölçüde paralel olduğunu ve söz konusu Müslüman halkların büyük çoğunluğunun yanlızca dindaş olmakla kalmayıp aynı zamanda ortak dil ve kültür bağlarına sahip olduklarını idrak etti. “Millet–i mahkûme” olarak tek tek ele alındığında her birinin karşı karşıya bulunduğu çok ciddî sosyal, iktisadî ve hattâ siyasî meselelerle başa çıkabilmesi mümkün görünmeyen bu Müslüman Türk halkları birleştikleri takdirde büyük bir güç teşkil edebilirlerdi. Gaspıralı’ya göre, bunlar zaten mevcut olan ortak din, dil ve kültür temellerine göre modern manâda tek bir Türk milleti halinde birleşebilirlerdi. Bunun aslî yolu ise söz konusu Türk toplumlarının hepsine şâmil yeni ve millî anlayışta bir eğitim sistemiyle ortak bir edebî Türkçe’nin ihdâsıydı. Bu yeni eğitim sistemi asrî standartlara uygun olarak ana dilinde hem dinî hem de dünyevî bilgileri verebilmeli, muhtevası itibarıyla millî şuurun gelişmesine yönelik mahiyette olmalı ve talebe tarafından da kolaylıkla kavranabilmeliydi. Gaspıralı bu esaslar üzerinde ortaya attığı eğitim sistemini “usûl-i cedid” olarak adlandırdı. Rusya Türklerinin bütün dertlerinin temelinde yatan mesele olarak gördüğü cehalete karşı savaşın ancak “usûl-i cedid”in başarısıyla kazanılabileceğini düşünen Gaspıralı, reform programına karşı Rusya’nın tepkisinin celbedilmemesi için de son derece ihtiyatlı bir çizgi takip etmekteydi.
Gaspıralı’nın bütün millî fikirlerini ve reform programını tanıtmak ve yaymak yolundaki en önemli aracı 1883’de Bahçesaray’da yayınlamaya başladığı Tercüman gazetesiydi. Kırım Tatarları arasında yayınlanan ilk, bütün Rusya Türkleri (veya Müslümanları) arasında yayınlanan da üçüncü gazete olan Tercüman Gaspıralı’nın idealindeki ortak edebî Türkçe’nin örneği olmak üzere sadeleştirilmiş Osmanlı Türkçesinde çıkıyordu. Gaspıralı “usûl-i cedid” mekteplerinin ilk örneğini de 1884’de yine Bahçesaray’da açtı. İşin en başından itibaren hem Müslüman cemaatleri içindeki gelenekçi mutaassıp unsurların, hem de Rus milliyetçi ve misyoner çevrelerinin aleyhte tutumlarına ve büyük imkânsızlıklara rağmen, Gaspıralı’nın çok sabırlı çalışmaları ile gerek Kırım’da gerekse Rusya İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde (özellikle İdil-Ural bölgesinde) programına inanan ve destekleyen zümreler oluştu. Tercüman yirmi yıl içinde Doğu Türkistan’dan Balkanlara, İdil-Ural bölgesinden Mısır’a kadar bütün Türk dünyası çapında başka bir emsali görülmeyen bir okunma yaygınlığına ve tesir gücüne ulaştı. “Usûl-i cedid” mektepleri ise Rusya İmparatorluğu’nun Müslümanlarla meskûn her bölgesine yayıldı (bunların sayıları I. Dünya Savaşı’nın başlamasından önce 5.000’i bulacaktı). Gaspıralı’nın bütün Rusya Türklerine şâmil millî birlik fikirlerinin en çarpıcı tezahürlerinden birisi de, 1905 İnkılâbı’nı müteakip Rusya’da ortaya çıkan nisbî serbestlik ortamından yararlanarak teşekkül eden Bütün-Rusya Müslümanları Kongreleri’dir. Çarlık dönemi içinde toplam dört kere toplanabilme imkânını bulan bu Kongreler, Rusya Türklerinin tarihteki ilk ortak teşkilatlanmasını ve Gaspıralı’nın millî fikirlerinin genel bir yapı içinde tecessümünü temsil etmiştir.
Gaspıralı’nın millî maarif reformu Rusya İmparatorluğu’nun diğer Müslüman bölgelerinde olduğu gibi, onun vatanı olan Kırım’da da genç bir millî aydınlar zümresinin ortaya çıkmasına hizmet etti. Bu aydınlar zümresi içinde yalnızca bütünüyle Gaspıralı’nın görüşlerine katılanlar değil, ondan gayet farklı düşüncelere sahip radikal gençler de yer almaktaydı. Genellikle Rus illegal siyasî partilerinden Sosyalist İnkılâpçıların görüşlerinin etkisinde olan bu gençler, Çarlık rejimiyle uzlaşma yerine ona doğrudan savaş açma ve bu yolda (terörist olanları dahil) Rus inkılâpçı unsurlarıyla işbirliği yapılmasını savunuyorlardı. Önceleri az sayıda olan bu genç gruplar Gaspıralı’nın savunageldiği dinî (İslâm) ve etnik (Türk) millî kimlik esaslarını kabul etmekle birlikte, bunu Kırım’a ait bir “Vatan” kavramıyla takviye ettiler ve Kırım’ın Müslüman Türklerinin yani Kırım Tatarlarının özgün modern millî kimliğinin teşekkülüne katkıda bulundular.
Önce 1905 Rus İnkılâbı ve bilâhare de 1908 Osmanlı Meşrutiyet İnkılâbı ile birlikte Kırım Tatarları ve Türkiye arasındaki ilişkiler büyük bir ivme kazandı. Kırım Tatarlarının büyük ihtiyaç duyduğu eğitim kadroları Türkiye’den gelen (çoğu Kırım Tatar asıllı) muallimlerle karşılanırken, pek çok Kırım Tatar genci de okumaya İstanbul’a geldiler. Bunlardan büyük rahatsızlık duyan Çarlık rejiminin engelleme çabalarına rağmen, bu gelişmelerin çok önemli kalıcı tesirleri oldu. Bir neslin Kırım Tatar aydınları Türkiye’de o zaman cârî olan fikirlerden kuvvetle ilham almış olarak fevkalâde istiklâlci, hürriyetçi ve milliyetçi olarak yetişti. Bu kadrolar İstanbul’da ve Kırım’da yeraltı teşkilatları kurarak yaygın bir faaliyet içine girdiler.
1917 Mart’ın Çarlık rejiminin çöküşü ve Rusya’nın ihtilâle ve kargaşaya sürüklenmesi ile birlikte, bu yeraltı teşkilatları su yüzüne çıktılar. 1917 Nisan’ında bir Kırım Müslümanları Kongresi toplayarak, teşkil edilen Merkezî İcra Komitesi ile Kırım’ın Müslüman işlerini kontrol altına aldılar. Rusya’nın içine düştüğü anarşik ortamın giderek tam bir kaosa dönüşmesinden istifade ederek, önce muhtariyete ve sonra da istiklâle giden yolda hızla mesafe kaydettiler. Nihayet, Kasım 1917’de Bolşeviklerin Petrograd’da hükûmeti devirmeleri Kırım Tatar milliyetçilerine en büyük imkânı verdi.
Esasen bundan bir süre önce Kırım Müslümanları Merkezî İcra Komitesi Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini belirleyebilmeleri için millî parlamentonun yani Kurultay’ın toplanması kararını almıştı. Kasım 1917 başlarında yapılan ve İslâm âlemindeki bu tarz ilk tatbikatı teşkil eden gizli oy, açık tasnif yoluyla ve kadın-erkek bütün Kırım Tatarlarının seçme ve seçilme haklarını haiz oldukları seçimlerle Kırım Tatar Millî Kurultayı toplandı. Kurultay genç milliyetçi lider Noman Çelebi Cihan başkanlığında bir hükûmet teşkil ettikten başka 26 Aralık 1917’de kabul ettiği Kanun-u Esasî ile “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” esasını kabul etti. Aynı zamanda askerî güce de sahip olan Kırım Tatar Millî Hükûmeti Akyar (Sevastopol) hariç yarımadanın her yerinde konrolü ele geçirmeyi başardı. Ancak Rus Karadeniz Filosu’nun ana üssü olan Akyar’da duruma hakim olan ve Bolşevik sempatizanı Bahriyeliler en büyük tehdidi oluşturmaktaydı. Nitekim, Ocak 1918’in ikinci yarısında milî kuvvetlerle Bolşevik Bahriyeliler arasında çıkan savaşta, millî kuvvetleri mağlûp eden Bolşevikler yarımadayı ele geçirerek, Kırım Tatarlarına karşı dehşetli bir katliama giriştiler.
Kırım tarihinde gayet kanlı bir sayfa meydana getiren bu birinci Bolşevik hakimiyeti, Nisan 1918’de Kırım’ın Alman orduları tarafından işgal edilmesiyle son buldu. Osmanlıların müttefiki olan Almanya’nın Kırım’ı işgal etmesi Kırım Tatarlarına ümit verdiyse de, bütün elde edilenler Kurultay’ı temsilen Kırım Tatar Millî İdaresi’nin ve bazı millî müesseselerin tekrar faaliyet göstermesine izin verilmesinden ibaret kaldı. Kasım 1918’de Almanların Kırım’dan çekilmesinden sonra Kırım tam iki yıl sürecek olan bir kanlı kargaşanın içine düştü. Bu süre içinde Kırım, (Nisan-Haziran 1919 dönemi hariç) Bolşevik aleyhtarı Rus “Beyaz Ordu”larının elinde kaldı. Önce General Anton Denikin, sonra General Peter Wrangel idaresindeki Beyazlar da Bolşevikler gibi hiç bir şekilde Kırım Tatarlarının millî hukukunu tanımadılar. Devam eden Rus iç savaşı Kırım’ın kaynaklarını kuruttu. Nihayet, Kasım 1920’de ileri harekâta geçen Bolşevikler Beyazları mağlup ederek bütün Kırım’ı nihaî olarak ele geçirdiler.
Bolşevik idaresindeki Kırım’ın ilk yılı, yarımadanın yeni hakimlerine göre istenmeyen unsurların acımasızca şekilde ortadan kaldırıldığı kanlı bir dönem oldu. Bunu müteakip, Bolşevikler gerek Kırım Tatarlarını rejime kazanmak, gerekse Şark halklarına bir propaganda mesajı vermek maksadıyla 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Bu muhtar cumhuriyette Kırım Tatarcası resmî dil olduktan başka, Sovyet hakimiyeti çerçevesinde Kırım Tatar kültür ve medeniyetinin geliştirilmesi öngörülmekteydi. Ancak Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk ayları Kırım tarihinde emsali görülmemiş, dehşetli bir açlığa şahit oldu. Yıllarca süren savaşların olduğu kadar, yanlış ve insafsız Bolşevik ziraat politikalarının bir neticesi olan 1921-1922 açlığında pek çoğu Kırım Tatarı yüzbinlerce insan hayatını kaybetti.
Mecburiyet karşısında iktisadî ve bir ölçüde siyasî sahalarda geçici bir müddet toleransa gidilen genel Sovyet ortamına uygun olarak, Kırım Tatarları 1922’den itibaren muhtariyet içinde önemli adımlar attılar. Sovyet devrine adapte olabilen millî kadrolar sayesinde, Kırım Tatarları özellikle eğitim, kültür, sanat ve edebiyat sahalarında büyük gelişmeler gösterdiler. Ne var ki, 1920’lerin ikinci yarısında Stalin’in Sovyetler Birliği’nde iktidarı tamamen ele geçirmesine bağlı olarak, bu durum kökünden değişti. Kırım Muhtar Sovlyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Reisi ve milliyetçi lider Veli İbrahim’in Mayıs 1928’de idam edilmesiyle, onun çizgisinde olduğundan şüphelenenlere karşı büyük bir imha kampanyasına girişildi. 1928’de bütün Sovyetler Birliği çapında başlatılan cebrî kollektivizasyon ve “kulak”ların (yani hali-vakti iyice köylülerin) tasfiyesi yönündeki zâlimâne politikalardan Kırım Tatarları da çok büyük kayıplar verdiler. On binlerce Kırım Tatar köylüsü “kulak” oldukları iddiasıyla Urallara, Sibirya’ya ve başka yerlere sürüldü ve mahvedildi. Stalinist politikalarla perişan edilen tarımın neticesinde 1931-1933 yıllarında yine muazzam boyutlarda bir açlık patlak verdi. Korkunç açlık, Sovyet iktidarı tarafından aralarında Kırım Tatarlarının da bulunduğu bir çok halka karşı düpedüz bir tenkil aracı olarak kullanıldı. O kadar ki, bilhassa Ukrayna, Kırım ve Kazakistan’da 15 milyona yakın insanın öldüğü açlığın varlığı bile 1980’lerin sonlarına kadar Sovyet rejimi tarafından asla ikrar edilmedi. 1930’lar boyunca Stalinist devlet terörünün en vahşiyâne şekilde tatbik edildiği dönemden Kırım Tatarları da fazlasıyla paylarını aldılar. Bu korkunç devirde, âlimi, yazarı, sanatçısı, eğitimcisi, idarecisi ve düşünürüyle bir bütün olarak Kırım Tatar millî aydın sınıfı doğrudan idam veya çalışma kamplarında yok etme suretiyle tamamen ortadan kaldırıldı. On binlerce sıradan insan da akıl almaz bahanelerle mahvedildi. Kırım Tatarlarının dinî ve millî değerleri bütünüyle ayaklar altına alındı.
II. Dünya Savaşı’nda Alman-Sovyet harbinin başlamasından kısa bir süre yıldırım hızıyla Sovyetler Birliği’nin batı kesimlerini işgal eden Alman orduları 24 Ekim 1941’de Kırım’a girmeye başladılar. Alman 11. Ordusu 16 Kasım 1941’e kadar Akyar (Sevastopol) hariç bütün Kırım yarımadasını ele geçirmeyi başardı. Akyar müstahkem mevkii ise çok şiddetli muharebeler ve bombardımandan sonra ancak 4 Temmuz 1942’de düştü. Kırım’ın Almanlar tarafından işgali, Stalin rejimi tarafından ezilmiş bütün Sovyet halkları ve bu meyanda Kırım Tatarları için bir ferahlama hattâ kurtuluş gibi görüldüyse de, bu düşüncelerin yanlış olduğu daha ilk günlerden anlaşıldı. Dinî ve sosyal hayatta gayet sınırlı bazı tavizlerin dışında Alman işgal idaresinin de Kırım Tatarlarına hürriyet ve hele istiklâl vermeye hiç niyetli olmadığının görülmesi bütün ümitleri ortadan kaldırdı. Sert işgal idaresi Kırım Tatar millî müesseselerinin kurulmasına meydan vermedikten başka, binlerce Kırım Tatarını da Alman savaş sanayiinde işgücü olarak kullanmak üzere cebren Almanya’ya götürdü. Zaten Nazi Almanyası’nın savaş planları arasında Kırım’a Almanların iskân ederek burayı daimî olarak Almanya’nın entegral bir parçası haline getirilmesinin bulunduğu biliniyor.
Savaşın Almanlar aleyhinde bir seyir takip etmeye başlamasıyla birlikte, Kızıl Ordu kaybettiği bölgeleri bir bir geri almaya başladı. Nihayet, 11 Nisan 1944’den başlayarak 9 Mayıs 1944’e kadar Kırım yarımadasının tamamını ele geçirdiler. Kırım muharebeleri sırasında Almanlar geri çekilirken pek çok köyü yakıp yıktıkları gibi, Kızıl Ordu birliklerinin tutumu da farklı olmadı. Kızıl Ordu işgalinin ilk haftalarında “hain” olarak nitelendirilen Kırım Tatarlarına yönelik yaygın kurşuna dizme, tecavüz ve yağma olayları yaşandı.
Ancak Kırım Tatarları için asıl büyük felâket Stalin tarafından 11 Mayıs 1944’de imzalanan ve Kırım Tatarlarının son ferdine kadar Kırım’dan sürülmesini emreden karardan sonra gerçekleşti. Bu kararın icrası NKVD birlikleri tarafından 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece Kırım’ın her yerinde aynı anda yerine getirildi. Gece NKVD askerleri tarafından yataklarından kaldırılan Kırım Tatarları, hazırlanmaları için yalnızca 15-20 dakika zaman ve ancak ellerinde taşıyabilecekleri kadar eşya almalarına izin verilerek hayvan vagonlarına yüklendiler. Pek çoğunda oturmaya yer kalmayacak derecede insanla doldurulan vagonlar dışarıdan mühürlendiler ve en az üç-dört hafta sürecek olan yolculuğa çıkarıldılar. Günlerce yiyecek ve su verilmeyen, cesetlerin dışarı çıkarılmasına müsaade edilmeyen ve hiç bir tıbbî yardımın söz konusu olmadığı bu ölüm yolculuğu sırasında açlık, susuzluk, hastalık, bitkinlik ve havasızlıktan on binlerce insan hayatını kaybetti. Sürgünden hiç bir Kırım Tatarı istisna edilmedi. Dağlardan inen Kırım Tatar Sovyet partizanları ve Kızıl Ordu askerleri ile her rütbedeki Komünist Partisi mensupları dahi sürülenler arasındaydı. Kızıl Ordu saflarında cephede bulunan Kırım Tatar askerleri ise herşeyden habersiz savaşmaya devam edecekler, savaş biter bitmez de (en yüksek Sovyet madalyası olan “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasını alanlar dahil) sürgün yerlerine gönderileceklerdi.
Kırım Tatarlarını taşıyan vagonların hemen tamamı Orta Asya (özellikle Özbekistan), Urallar ve Sibirya’da boşaltıldılar. Sürgün yerlerinde asgarî yaşama ve barınma imkânları mevcut değildi. Ağır çalışma şartlarında ve her türlü temel ihtiyaçtan mahrum olarak bir çeşit toplama kampı rejimi içinde yaşamaları gerekiyordu. “Özel iskân” rejimi denilen bu rejim içinde her Kırım Tatarının gece kumandanlığa yoklama vermesi gerektiği gibi, bulunulan mahalden beş kilometreden fazla uzaklaşmak da kesinlikle yasaktı. Bu durumda her bir ferdi ayrı vagonlarda başka yerlere sürülmüş olan aileler birbirlerinden tamamen kopuk olarak en az on iki yıl geçirmek durumunda kaldılar. Sürgün yolculuğu esnasında ve bunu müteakip ilk bir kaç yıl içinde sefalet şartları altında hayatını kaybeden Kırım Tatarlarının sayısına dair sürülenlerin verdikleri ve son yıllarda açıklanan çeşitli resmî Sovyet rakamları arasında büyük farklar vardır. Buna rağmen toplam insan kaybının 100.000 kişiden az olmadığı ve 18 Mayıs 1944’de sürülenlerin yarısına yakınının hayatını kaybettiği genel olarak kabul edilmektedir.
Sürgün yalnızca Kırım Tatarlarının pek çoğunun hayatlarını kaybetmeleri ve geride kalanların da yaşadıkları yerin cebrî olarak değiştirilmesi manâsına gelmiyordu. Sürgünle birlikte, adetâ böyle bir milletin hiç bir zaman mevcut olmadığını göstermek istercesine Kırım Tatarlarından kalan her türlü iz büyük bir hızla yok edilmeye başlandı. Kırım’da Kırım Tatarlarından kalan bütün mallar yağmalandıktan başka, pek az istisna ile Kırım’ın Türk-İslâm geçmişine ait hemen bütün tarihî binalar, abideler ve eserler yerle bir edildi. Bu meyanda (kısmen Hansaray’ın haziresi hariç) hiç bir yerde tek bir Müslüman mezarlığı dahi bırakılmadı. Kırım Tatarcasında yazılmış her türlü kitap ve yayın (bu dildeki bütün Sovyet neşriyatı da dahil olmak üzere) Kırım’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki diğer kütüphanelerden toplanarak imha edildi. Kırım’da (yalnızca özel sebeplerden dolayı Bahçesaray ve Canköy şehirlerinin isimleri hariç) Türkçe isim taşıyan yüzlerce şehir, kasaba ve köyün adı tamamen Rusça olanlarla değiştirildi. 1944’den 1980’lerin sonlarına kadar Sovyetler Birliği’nde fiilen “Kırım Tatar” sözünün kullanılması dahi yasaklandı. Ansiklopedilerden ve tarih kitaplarından Kırım Tatarlarına dair maddeler tamamen çıkarıldıktan başka, iç pasaportlarda ve hattâ nüfus sayımlarında bile bu ismin zikredilmesi yasaklandı. Diğer bir ifadeyle Kırım Tatarları resmî literatürde âdetâ geçmişte ve halihazırda mevcut olmayan bir halk haline getirildi. Kırım’da Kırım Tatarlarından boşalan yerlere ise 1944 yazından itibaren Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinden getirilen Rus ve Ukrain nüfusun iskânına girişildi. Kırım Tatarlarının sürülmesiyle Kırım’ın Sovyet usûlü muhtariyeti de mânâsız hale geldiğinden Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de 1946’da lağv edildi ve yarımada alelâde bir oblast olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. 1954’de ise, Ukrayna’nın “Rusya’ya katılmasının” 300. yıldönümü gerekçe gösterilerek, Ukraynalılara bir jest olarak Kırım oblastı Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. O dönemde Sovyetler Birliği’nin her noktası zaten tartışmasız bir şekilde Moskova’ya bağlı olduğundan teknik olarak hiç bir şeyi değiştirmeyeceği düşünülen bu “hediye”nin uzun vadeli neticeleri, Ukrayna 1991’de bağımsızlığını kazandıktan sonra görülecekti.
Sürgünün en ağır dönemlerinin geçmesinden hemen sonra, 1956’dan itibaren Nikita Hruşçov’un nisbî yumuşama politikasının da verdiği cesaretle Kırım Tatarları vatanlarına dönme taleplerini ortaya koymaya başladılar. Bu maksatla sürgün yerlerinde pek çok komiteler kurularak Sovyet hükûmetine hitaben sayısız dilekçeler halk temsilcileriyle Moskova’ya gönderildi. Tamamen kanunlara ve Sovyet rejiminin meşruiyet sınırlarına riayet edilerek yürütülen bu çabalar Vatan’a dönüş yönünde hiç bir olumlu neticeye ulaşamadıktan başka, bir müddet sonra ön plana çıkan Kırım Tatarları Sovyet rejiminin gazabına uğramaya başladılar. Artık bir “Kırım Tatar Millî Hareketi” teşekkül etmiş durumdaydı. Sovyet rejimine sadakatin teyid edildiği legal eylemlerin bütünüyle boşa çıkması üzerine Kırım Tatar Millî Hareketi teşebbüs grupları faaliyetlerini özellikle 1960’ların başlarından itibaren yeraltına indirmeye mecbur kaldılar. Yine kanun çizgisinin lafzına uygun, ancak yeraltı teşkilatlanmasıyla icra edilen bu mücadele, Kırım Tatarlarının bulunduğu her yerde ve büyük bir kararlılıkla yürütüldü. O kadar ki, Kırım Tatar Millî Hareketi, Sovyetler Birliği’ndeki bütün demokratik ve millî yeraltı hareketleri içinde en büyük ve güçlülerinden biri olma vasfını Sovyetler Birliği yıkılana kadar sürdürdü. Sovyet hükûmetine yöneltilen talepler giderek artan sayıda Millî Hareket mensubunun hapse atılması ve baskı altına alınmasıyla cevaplandırıldı. Ancak Kırım Tatar Millî Hareketi’nin faaliyetlerinin dış dünyanın da ilgisini çekmeye başlamasıyla, Sovyetler Birliği yönetimi en azından göstermelik bazı tavizler vermeye mecbur kaldı.
Nitekim, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti Prezidyumu 5 Eylül 1967’de yayınladığı bir kararname ile Kırım Tatarlarına haksızlık yapıldığını kabul ederek, bütün Sovyet yurttaşları gibi Sovyetler Birliği’nin her yerinde yaşayabileceklerini ilân etti. İlk bakışta, 1944 faciasının rehabilitasyonu olarak düşünülebilecek bu gelişmenin, bütünüyle bir aldatmaca olduğu anlaşıldı. Bir kere, kararnamenin dilinde konunun inceliklerine vâkıf olmayanların fazla üzerinde durmayacakları, ancak kritik ibareler kullanılmıştı. “Kırım Tatarları” tabiri yerine “Kırım’da eskiden yaşamış Tatar milletinden yurttaşlar” denilerek, 1944 sonrasının bir millet olarak Kırım Tatarlarını yok sayma siyaseti ustaca sürdürülmüş, bahse konu olanların “Tatar” milletinden (yani Kazan Tatarlarından) olup hasbelkader Kırım yarımadasında bir süre yaşamış münferit şahıslar oldukları ima edilmişti. Böyle bir durumda bir bütün olarak millî haklar değil, olsa olsa münferit kişilerin haklarının iadesi söz konusu olabilecekti. Ayrıca, esasta topyekûn sürgünün haksız olduğu kısaca belirtilmekle beraber, yine de bir çok Kırım Tatarının düşmanla işbirliği yaptığı özenle vurgulandığı gibi, Kırım Tatarlarının sürgün yerlerinde bütün ihtiyaçlarının temin edildiği ve hattâ onların buralarda “kökleştikleri” iddia edilmişti. Kaldı ki, Kırım Tatarlarının Sovyet sınırları dahilinde istedikleri “her yerde” yaşayabilecekleri teminatı da gerçek değildi. Kırım Tatarları “her hangi bir yerde” değil, Kırım’da yaşamak istiyorlardı, ama kararnameye eklenen ancak ilân edilmeyen bir metinde onların Kırım’da yaşamalarına izin verilemeyeceği kesin bir ifadeyle kaydediliyordu.
Nitekim, kararnameye güvenerek derhal Kırım’a hareket eden on binlerce Kırım Tatarının iskânına kesinlikle müsaade edilmedikten başka, bunlar çok şiddetli muameleye maruz kalıp ya hapse atıldılar ya da hemen cebren Kırım dışına çıkarıldılar. Gidenlerin başlarına gelenlere rağmen yeni aileler yine de yılmadan Kırım’a hareket ettiler; onlar da aynı vahşetle karşılaştılar. Böylelikle yeni bir eza ve zulüm süreci başlamış oldu. Bu durum Kırım Tatarlarının haklarını aramak için daha yoğun çabalara ve barışçı eylemlere girişmelerine yol açtı. Artık Sovyet yetkililerine gönderilen dilekçelerin yerini, milletlerarası kuruluşlara ve dünya kamuoyuna yapılan çağrılar aldı. Bu arada, gerek Kırım’da, gerekse Özbekistan’da Kırım Tatarları ile milis ve KGB arasındaki çatışmalar da yaygınlaştı. Bu çatışmaların en büyüklerinden biri 21 Nisan 1968’de Kırım Tatarlarının Özbekistan’ın Çırçık şehrinde meydana geldi. Bu gibi irili-ufaklı olayların arkası kesilmedi. Bu arada, Kırım Tatar Millî Hareketi de Sovyetler Birliği’ndeki belli başlı demokratik ve rejim aleytarı grup ve fertlerle doğrudan işbirliğine girişti. Her ne kadar söz konusu grupların hiç birisi genişliği ve sıkı teşkilatlanması bakımdan Kırım Tatar Millî Hareketi ölçüsünde güçlü değil idiyse de, bu işbirliği Kırım Tatarlarına seslerini dış dünyaya duyurabilme imkânını verdi.
1960’ların ikinci yarısından itibaren 1970’li yıllar boyunca Millî Hareket’in Reşat Cemilev, Mustafa Cemilev (Abdülcemil Kırımoğlu), İzzet Hayırov, Rollan Kadıyev, İsmail Yazıcıyev, Dr. Zamfira Asanova ve pek çok başkaları gibi lider ve öncülerinin davaları ve mahkûmiyetleri birbirini izledi. Bu gibi davaların sonucunda yüzlerce Millî Hareket mensubu hapis ve çalışma kampı cezalarına çarptırıldılar. Zulme maruz kalan Kırım Tatarları tepkilerini gösteriler, protestolar ve açlık grevleri ile gösterdikleri gibi, aralarında davalarını geniş kitlelere duyurabilmek için kendi canlarına kıyanlar da vardı. Milis tarafından ikinci defa Kırım’dan çıkarılmasını protesto eden Musa Mamut 23 Haziran 1978’de üzerine benzin dökerek kendisini ateşe verdi. Musa Mamut aldığı yaralardan dolayı beş gün sonra hayatını kaybeti. KGB’nin işbirliği yapması için büyük baskı altına aldığı İzzet Memedullayev ise kendini asarak hayatına son verdi. Bu arada, başka milletlerden olup da, Kırım Tatarlarının meselesine sahip çıkan ve hattâ bu uğurda mahkûm olan veya akıl hastahanelerine kapatılan ünlü şahıslar da görülmekteydi. Bunlar arasında Rus Aleksey Kosterin ve Prof. Dr. Andrey Saharov, Ukrain General Pyotr Grigorenko, Yahudi İlya Gabay, Ermeni Henrih Altunyan da yer alıyordu.
Kırım Tatar Millî Hareketi’nin ortadan kaldırılamaması üzerine, alışılagelmiş baskı uygulamalarının yanısıra, KGB aracılığıyla Millî Hareket içinde bölünmeler meydana getirmeye teşebbüs etmek, çok sınırlı sayıda Kırım Tatarının Kırım’da yerleşmesine göz yumarak geride de kalanların boş bir umutla sükûnet içinde beklemelerini temin etmek ve bir takım kısıtlı tavizlerle halkın sürgün bölgelerinde “kök salması”na çalışmak gibi teşebbüslere başvuruldu. Hattâ bir ara, 1980’lerin başlarında, Kırım Tatarlarına sürgün bölgelerinde iki kasaba çerçevesinde “sunî vatan” yaratma deneyi bile yapıldı. Bir taraftan Kırım Tatarlarının Kırım’a yerleşmelerine müsaade edilmezken, diğer taraftan, muhtemel bir dönüşü büsbütün imkânsız hale getirmek üzere, Kırım’a Slav unsurlar iskânına bilhassa 1967 sonrasında büyük hız verildi. Nitekim, hâlen Kırım’da yaşayan Rusların önemli bir kısmı bu tarihlerden sonra Kırım’a yerleşenlerden oluşmaktadır.
Kırım Tatar Millî Hareketi’nin mücadelesi ve Sovyet rejiminin tepkisi değişmeksizin 1980’lerin ortalarına kadar bu şekilde devam etti. Bu tarihe kadar Kırım’a yerleşmesine izin verilen Kırım Tatarlarının sayısı ancak on bin civarında kaldı. Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle ortaya çıkan değişim rüzgârlarının gerçek manâda ilk tecrübesini yapan yine Kırım Tatarları oldu. Moskova’daki Kızıl Meydan’ı 23-27 Temmuz 1987 tarihlerinde dört gün-dört gece işgal eden bini aşkın Kırım Tatarı bir anda bütün dünyanın ilgisini çekti. Bunun sonucunda Kırım Tatarlarının taleplerini incelemek üzere Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı Andrey Gromıko’nun başkanlığında bir devlet komisyonunun kurulduğu ilân edildi. Bununla birlikte, on bir ay mevcudiyetini sürdüren bu komisyonun da eski metotlara başvurması ve Kırım Tatarlarının aslî Kırım’a dönüş taleplerini yok sayarak, “sürgünde yaşadıkları yerleri benimsetmek” gibi boş işlerle uğraşması büyük hayal kırıklığı doğurdu. Bunu müteakip Gennadiy Yanayev ve Vitaliy Doguciyev başkanlığında kurulan devlet komisyonlarının faaliyetleri de farklı olmadı.
Millî Hareket ise tutumu belli olan devlet komisyonlarının hiç bir zaman gelmeyecek olan ihsanını beklemek yerine, halkı ne olursa olsun Kırım’a dönüşe teşvik etti. Böylece, 1988’den itibaren Kırım Tatarları büyük dalgalar halinde Kırım’a dönmeye başladılar. Dönenler yine mahallî idarenin engelleriyle karşılaşmalarına rağmen, toprak işgal ederek derhal derme-çatma evler kurmaya giriştiler. Bu evler milis tarafından defalarca yıkıldı ve sayısız çatışmalar vuku bulduysa da, artık Kırım Tatarları kesinlikle Kırım’dan çıkmıyorlardı. 1989 Nisan ayına kadar Kırım’a dönen Kırım Tatarlarının sayısı 40.000’e ulaştı. Kırım Tatar Millî Hareketi de yeni şartlara uygun bir teşkilatlanmaya girişti. Millî Hareket’in 29 Nisan 1989’da Özbekistan’ın Yengiyul şehrinde düzenlenen genel kongresinde, münferit teşebbüs grupları şeklinden çıkılarak merkezî bir teşkilat haline gelinmesi kararı alındı. Böylece “Kırım Tatar Millî Hareketi Teşkilatı” (KTMHT) resmen teşekkül ederek, başkanlığına da Millî Hareket’in tanınmış liderlerinden ve Sovyet rejimi tarafından yedi kere mahkûm edilerek 14 yılını hapiste ve çalışma kamplarında geçirmiş olan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu getirildi. Bundan böyle Kırım’a dönmüş ve dönmekte olan Kırım Tatarlarının bu cereyanı tamamen KTMHT tarafından yönlendirilecek ve idare edilecekti. Millî Hareket’in aslî faaliyet sahası ve idarî merkezi de artık sürgün bölgelerinden Kırım’a taşınmaktaydı.
1989-1991 arasında Kırım Tatarlarının Kırım’a dönüş hareketi önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Dönenlerin teşkilatlı ve plânlı bir şekilde işgal edilen topraklara yerleşmesi, mahallî idarenin yıkım dahil olmak üzere pek çok tedbirlerine karşı direnilmesi ve karşılaşmakta oldukları diğer sayısız problemlere nispeten çözümler bulunması hususlarıyla KTMHT ilgilenmekteydi. Bu dönemde dönüşün önündeki en büyük engel iktisadî güçlüklerdi. Kırım Tatarlarının dönüşünü ve mücadelelerini mâlî açıdan destekleyen bir devlet ya da kurum olmadığından, çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin büyük bir sarsıntı içindeki ekonomisinden en çok Kırım Tatarları etkilendiler. Kırım’da fiyatlar sürekli olarak artarken, satmak istedikleri Özbekistan’daki evlerinin fiyatlarının son derece düşmesi ve Kırım’da onları bekleyen yokluk şartları Kırım Tatarlarını iktisadî açıdan çıkmaza sokmaktaydı.
Kırım Tatarlarının dönüşü ve Kırım Tatar millî muhtariyetinin tekrar tesis edilmesinin söz konusu olması Kırım’daki mevcut Rus çoğunluk tarafından büyük endişeyle karşılandı. Böylece Kırım Tatarlarının dönme süreci tamamlanmadan Rus çoğunluğun durumunu garantiye almak üzere, o ana kadar Kırım Tatarlarının talep edegeldikleri Kırım MSSC’nin yeniden kurulması fikrinin şampiyonluğunu bu sefer Kırım’daki milliyetçi ve komünist Rus çevreleri yapmaya başladılar. Ancak, bu seferki Kırım MSSC eskisi ile aynı adı taşımakla beraber bir millî (Kırım Tatar) muhtariyeti olmayacak, mevcut ahali çoğunluğuna (yani Ruslara) dayanacaktı. Muhtariyetin bu şekli Kırım Tatarları tarafından şiddetle reddedildiyse de, Kırım’da 20 Ocak 1991’de yapılan referandumun sonucunda, Ukrayna SSC Yüksek Sovyeti’nin 12 Şubat 1991 tarihli kararıyla Kırım Oblastı Ukrayna’ya bağlı Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürüldü. Kırım Tatarlarının hiç bir seviyede yer almadığı bu yeni muhtar cumhuriyet idaresi Kırım Tatarlarının dönüşüne karşı önceki olumsuz tutumu sürdürdü.
Mevcut bütün güçlüklere rağmen, Kırım’a dönen Kırım Tatarları bir taraftan evlerini kurmaya çalışırken, diğer taraftan da millî, dinî ve kültürel müesseselerini kurmaya başladılar. Bunun en önemlisi, yeni bir idarî yapı altına giren yarımadada Kırım Tatarlarının hukukunu korumak için Kırım Tatar Millî Parlamentosu olan Kurultay’ın toplanmasıydı. KTMHT’nin öncülüğüyle Kırım’daki ve sürgün bölgelerindeki Kırım Tatarları arasında yapılan seçimler sonucunda 26 Haziran 1991’de Kırım Tatar Millî Kurultayı Akmescit’de toplandı. Kurultay, mevcut Rus çoğunluk tarafından bir emrivâki ile kurulan Kırım MSSC’nin bu şeklini tanımayı reddederek, yayınladığı “Kırım Tatarlarının Egemenlik Bildirisi”nde Kırım’ın statüsünün ancak Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini tayin hakkına uygun olarak belirlenebileceğini ilân etti. Kurultay’ın iki yılda bir toplanacak olan genel birleşimleri arasında Kurultay yetkilerini kullanmak üzere 33 kişilik “Kırım Tatar Millî Meclisi”nin üyeleri de yine bu birleşimde seçildi. Yapılan seçim sonucunda “Kırım Tatar Millî Meclisi” Başkanlığına Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu getirildi. Kırım MSSC idaresi Kurultay’ı ve Millî Meclis’i tanımadıysa da, varlığını engellemeye de muktedir değildi. Kırım Tatar Millî Meclisi kısa süre içinde Kırım’ın her yerinde mahallî teşkilatlarını kurmayı tamamladı.
Ağustos 1991 darbesinden sonra Sovyetler Birliği’nin birlik cumhuriyetlerinin kopmaya başlaması ve nihayet 1991 sonunda Sovyetler Birliği’nin tamamen ortadan kalkması ile Kırım artık bağımsız bir devlet olan Ukrayna’ya bağlı bir muhtar cumhuriyet haline geldi. Ancak bu noktada Kırım’daki Ruslar, Kırım’ın Ukrayna’dan bağımsızlığını kazanmasını ve bunu müteakip derhal Rusya’ya katılmasını savunmaya başladılar. Aynı şekilde Rusya’daki milliyetçi güçler de Kırım’daki Ruslara açık bir şekilde destek veriyorlardı. Eski Sovyet Karadeniz Filosu’nun ana üssünün Kırım’daki Akyar’da (Sevastopol) bulunması, Kırım’ın statüsünü Ukrayna ile Rusya arasında günümüze kadar sürecek bir anlaşmazlık konusu haline getirdi. Kırım Tatar Millî Meclisi ise Kırım Tatarlarının iki yüzyılı aşkın bir süredir başlarına gelen felâketlerden Rusya’yı sorumlu tutarak, Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına (ve buna bir ön adım olarak Rusların hakimiyetinde bağımsızlık almasına) kesin olarak karşı çıktı ve ülkenin Ukrayna’ya bağlı Kırım Tatar millî muhtariyetini haiz bir cumhuriyet şekline dönüşmesi görüşlerini savundu. Öte yandan, Millî Meclis diğer ülkelerdeki Kırım Tatarlarıyla bağlarını sıkılaştırdığı gibi, dış hükûmetlerle temaslara girişmeye başladı. Bu meyanda, Millî Meclis başkanı ve temsilcileri başta Türkiye olmak üzere, çeşitli Avrupa ve eski Sovyet ülkeleriyle ciddî siyasî ve kültürel bağlar kurdular. Özellikle Türkiye’de yaşayan Kırım Tatarlarının ve Türkiye’deki diğer resmî ve sivil teşkilatların önayak olmasıyla, bir ölçüde de olsa Kırım Tatarlarına destek temin edilmeye başlandı. Bu destek her ne kadar sürgündeki yüz binlerce Kırımlının hepsinin vatana dönebilmesine ve Kırım’a dönebilen ancak son derece zor şartlar altında evsiz ve temel hayat şartlarından mahrum yaşayan on binlerce insanın ihtiyaçlarına yeterli olmasa da, kaydadeğer bir adım olarak önem taşımaktaydı. Nitekim Kırım Tatar dinî ve kültürel hayatında bir canlanma görüldü. Bütün güçlüklere rağmen, Kırım Tatar yerleşim yerlerinde camiler, okullar, millî kültür ve sanat teşekkülleri kurulmaya başlandı. Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın 1993’de toplanan II. Birleşim’inde Kırım Tatar dili için (Türkiye’de kullanılan alfabe esasında) Latin alfabesine geçilmesi kararı kabul edildi. Bu arada Kırım Müslümanları Dinî İdaresi de kuruldu.
Öte yandan Kırım’da mahallî iktidarı elinde bulunduran Rus milliyetçileriyle Kırım Tatarları arasındaki gerginlik sürerken, Kırım Tatarlarının vatana dönüş ve yerleşme meseleleri çözümsüz kalmakta devam etti. Rus milliyetçileri Kırım Tatarlarını Kırım idaresinin dışında tutmaya kararlı gözükmekle birlikte, Kırım Tatarlarının şiddetli tepkileri sonucunda geri adım atmak zorunda kaldılar. Kırım Cumhuriyeti parlamentosu olan Yüksek Sovyet 14 Ekim 1993’de seçim kanununda değişiklik yaparak 98 üyeli Yüksek Sovyet’de Kırım Tatarlarına 14 kişilik bir kontenjan ayırmayı kabul etti. 27 Mart 1994’de yapılan seçimlerde bu 14 sandalyenin tamamını Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın gösterdiği adaylar ezici bir çoğunlukla kazandı.
Bu şekilde Kırım Tatarlarının Kırım Muhtar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’ne girebilmeleri, onların mahallî Kırım siyasetinde çok daha tesirli bir rol oynayabilmelerine imkân verdi. Nitekim, çoğunluğu şoven ve komünist Rus gruplarının kendi aralarındaki şidditle çekişmeleri Yüksek Sovyet’deki Kırım Tatar Millî Kurultayı Grubu’nun pek çok halde anahtar rol oynamasını sağladı. Buna bağlı olarak, Kırım Tatarları sürgünden beri ilk defa mahallî hükûmette Başbakan Yardımcılıkları ve bakanlıklar dolayısıyla, bir ölçüde de olsa Kırım’ın idaresinde söz sahibi olmaya başladılar. Bununla birlikte, Kırım Tatarları için en hayatî meseleler olan halen sürgünde bulunan Kırım Tatarlarının vatana dönebilmeleri, Kırım’a dönmüş ancak perişan durumda olan on binlerce insanlara ev, iş ve bakım temini, onlara kolaylıkla Ukrayna yurttaşlığı verilmesi, Kırım Tatarlarının millî hukukunun Ukrayna ve Kırım anayasal sistemi zemininde teminat altına alınması, şu cümleden Kırım’a Kırım Tatar millî muhtariyeti verilmesi gibi hususlarda hiç bir ilerleme kaydedilemedi. Ayrıca, Kırım’da günlük hayatın her yönüne hakim olan mafya varlığından en fazla zarar görenler de Kırım Tatarlarıydı.
Kırım Tatarlarına Kırım Yüksek Sovyeti’nde tanınmış olan 14 kişilik kontenjan bir seferlik bir haktı. Nitekim, büyük ağırlıkla Kırım Tatar aleyhtarı güçlerin elindeki Yüksek Sovyet 1997 yılında bu hakkı yenilemeyi ve kalıcı hale getirmeyi kesin olarak reddetti. Kırım Tatarlarının infiali Kiev’den destek bulmadı. Hattâ, Ukrayna parlamentosu yıllardır bir türlü yurttaşlık verilmeyen yaklaşık 100.000 Kırım Tatarının da 29 Mart 1998’de yapılacak Ukrayna ve Kırım seçimlerinde oy kullanmalarına imkân vermedi. Bu durumda, Kırım Tatarlarının yarımada nüfusu içindeki oranlarının çok altında bir sayıda dahi olsa Yüksek Sovyet’e milletvekili sokabilmeleri fiilen imkânsız hale geldi. Böylece, yeni seçimlerle belirlenen Kırım Muhtar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti Kırım Tatar temsilcileri olmadan toplandı ki, bu şekilde Kırım Tatarları Kırım siyasetinden tekrar dışlanmış oldular. Yegâne teselli olarak, milliyetçi-demokratik Ukrayna Halk Hareketi (Ruh) Partisi’nden merkezden aday gösterilen Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile yardımcısı Refat Çubar Ukrayna Yüksek Radası’na (parlamentosuna) girebildiler.
Doç. Dr. Hakan KIRIMLI, Bilkent Üniversitesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder