27 Ocak 2020 Pazartesi
Yakutistan
Yakutistan
ya da Saha Cumhuriyeti, Rusya'yı oluşturan federe cumhuriyetlerden biri. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Yakutlar bir Türk halkıdır. Cumhuriyetin Rusça'da tam adı Respublika Saha olarak yazılır. Cumhuriyet, 3.103.200 km²'lik bir alanı kaplar ve bu alan, Rusya topraklarının beşte biridir.Yakutistan dünyadaki en büyük yüzölçümüne sahip olan özerk ülkedir. Başkenti Yakutsk'tur (Yakutçada Dokuuskay). Özerk cumhuriyettir.Halkın geçim kaynakları arasında balıkçılık ve kürk avcılığı önemli yer tutar.Yakutistan'ın en önemli kaynaklarından biri de yer altı zenginlikleridir. Ülkede elmas,altın,gaz,bakır ve gümüş önemli yer tutar.nüfusu beşyüzbin kadardır. Yakut türkleri i (Sahalar) toplam nüfusun hemen hemen yarısını oluşturmaktadır. ... İslam öncesi Türk topluluklarının yaygın dini şamanizm inancı yaygındır.. Yakutsk soğuğunun günlük hayata yansıması Burada okullar sadece eksi 55 derecenin altında tatil oluyor.1924 yılında, Yakutsk çevresinde bulunan Oymyakon köyünde, rekor sıcaklık eksi 71.2 derece ölçülmüş ve dünyanın en soğuk yeri olarak kabul edimiştir...Rusça'dan sonra resmi dil olarak kullanılan ikinci dil Yakut Türkçesidir..bazı atasözleri Türk atasözleri ile neredeyse tıpatıp aynı. Bu benzerliğe en iyi örnek "balık baştan kokar" atasözü gösterilebilir. Türkçe anlamıyla aynı durumda kullanılan bu atasözü burada "bil balık bahıttan sıtıyar" şeklinde söyleniyor.
26 Ocak 2020 Pazar
Varolsun Azerbaycan
Diğer Ülkeler #Elazığ İçin Başsağlığı Mesajı Yayınlarken Dün Gece 23:00'da AZERBAYCAN Bayraklı Yardım Uçakları Arama Kurtarma Timleri Elazığ'a Giriş Yaptı.!
24 Ocak 2020 Cuma
KIRIM TATARLARI KİMDİR?
KIRIM TATARLARI KİMDİR?
Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Kırım yarımadasının yerli halkı olan Kırım Tatarları, aynı zamanda ülkenin aslî Müslüman unsurunu da teşkil ederler. Bugünkü durumda her ne kadar Kırım Tatarları Kırım nüfusunun ancak yaklaşık % 13 kadarını meydana getirmektelerse de, bu halkı ne Kırım, ne de Kırım’ın bağlı bulunduğu Ukrayna itibarıyla bir azınlık cemaati olarak görmek teknik, tarihî ve hattâ hukukî açılardan doğru olmayacaktır.
Bugün “Kırım Tatarları” adı verilen halkın terkibi, kimliği ve geçmişi hakkında çoğu zaman tarihî hakikatlere uymayan kanaatlere sahip olduğu görülür. Genellikle sanıldığının aksine, Kırım Tatarları tek bir dalgada gelerek Kırım yarımadasına yerleşmiş yekpâre bir soyun ahfâdı değildir. Konuya âşinâ olmayan pek çok kişinin kanaati, (Moğol asıllı kabul ettikleri) “Tatarlar”ın XIII. asırda Cengiz Han ordularının Karadeniz’in kuzeyindeki ülkeleri istilâsıyla buralara yerleştiği ve bilâhare bu insanların Kırım yarımadasındaki kolundan günümüze intikal ettiği şeklindedir. Söz konusu vakalar Kırım tarihinde çok önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, bugünkü Kırım Tatarlarının etnik, linguistik, kültürel ve tarihî özelliklerini böyle sade bir formül ile izah edebilmek mümkün değildir. Yine konuyu dışarıdan değerlendiren kimseler, “Tatar” adının başka yerlerde de geçmişte ve bugün kullanılmış ve kullanılmakta olmasına bakarak, meselâ günümüzdeki İdil boyundaki “Tataristan” muhtar cumhuriyetini göz önünde bulundurmak suretiyle, Kırım Tatarlarının o Tatarların Kırım’daki kolu olduklarını yahut “Tatar” adı altında otokton bir millet mevcut olup, bunun bir kolunun İdil-Ural’da, bir kolunun Kırım’da, diğer kollarının da başka yerlerde yaşadıklarını düşünürler. Bu zan da gerçeği yansıtmaktan çok uzaktır.
Bu bakımdan, öncelikle bugün “Kırım Tatarları” adını verdiğimiz halkın mümeyyiz vasıflarını ortaya koymak suretiyle onların diğer halklarla olan bağ ve münasebetlerinin boyutlarını ele almak doğru olacaktır. Kırım Tatarlarının tamamı Sünnî Müslüman olup, anânevî olarak Hanefî mezhebine bağlıdırlar. Kırım Tatarlarının ana dili olarak konuştukları lehçelerin hepsi Türk dilidir. Burada altı çizilmesi gereken husus “Kırım Tatarcası” diye adlandıracağımız tek bir lehçenin mevcut olmadığıdır. 1944 Büyük Sürgünü öncesi “Yalıboyu” tabir edilen Kırım’ın güney sahil şeridinde yaşayanlar düpedüz Osmanlıca’nın uzantısı olan büyük ölçüde Oğuz ağırlıklı bir lehçe konuşurlarken, “Çöl” tabir edilen Kırım’ın kuzey kesimlerindeki düzlük bölgelerin ve Kerç yarımadasının halkı bâriz Kıpçak özelliklerini taşıyan bir lehçeye mâliktirler. Diğer taraftan, coğrafî olarak Kırım’ın orta kesimlerinde yer alan Bahçesaray ve Karasubazar bölgelerinde konuşulan şive ise yukarıda anılan birbirinden hayli farklı dialektlerin karışımından müteşekkil bir yapı arz eder. “Orta yolak” adı da verilen ve aynı zamanda edebî Kırım Tatar dili olarak kabul edilmiş olan bu şive tam bir Oğuz-Kıpçak karışımı mahiyetiyle umum Türk dünyasında gayet orijinal bir mevkiye sahip olup, belki de bu dünyadaki hem Oğuz hem de Kıpçak grupları tarafından çok büyük ölçüde anlaşılabilen yegâne lehçeyi teşkil eder.
Bugünkü Kırım Tatarları birbirlerinden ayıran farklar yalnızca lehçe-şive farklarından ibaret değildir. Anılan şive farklılıklarına paralel olarak, fizyonomik özellikleriyle de çoğu Kırım Tatarının aslen Kırım’ın hangi bölgesinden olduğu kolaylıkla ve isabetle tahmin edilebilir. “Çöl” bölgesindekilerin nispeten çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli bâriz mongoloid özelliklerine karşılık, Yalıboylular genellikle Akdeniz tipleriyle birbirlerinden ayrılırlarken, aynen şive hususunda olduğu gibi, Bahçesaray, Akmescit ve Karasubazar gibi orta bölgelerden gelenler fizyonomik açıdan da bu vasıfların bir karışımını teşkil ederler. Bölgeler arasındaki bu farklılıklar âdetler, hayat tarzı ve kültür bakımından da geçerlidir.
Bu şekilde kabaca bir ampirik tesbit dahi, bugün Kırım Tatarları adını taşıyan halkın esas olarak tek bir tarihî halkın kesintisiz devamı olamayacağını açıkça göstermektedir. Mevcut dil ve kültür özellikleri bu halkın aslî kısmının kökünün tarihî Türk etnosuna dayandığını hiç bir şüpheye yer vermeyecek ölçüde ortaya koymaktaysa da, etnik Türk unsurların yarımadadaki hakimiyeti altında geçen çok uzun bir süreç içinde Müslümanlaşan ve/veya Türkleşen diğer etnik grupların da bu terkibe dahil olduğunu kaydetmek gerekir. Nihayet unutulmamalıdır ki, stratejik olarak yolların kesiştiği bir mevkide yer alan Kırım, en eski çağlardan beri pek çok sayıda birbiriyle akraba yahut bütünüyle farklı halkların geçtiği yahut yerleştiği bir bölge olduktan başka, burada meskûn halkların da çok geniş bir coğrafya ile daima münasebetleri olagelmiştir. Bu meyanda, Türk veya proto-Türk halkların bölgede tesbit edilebilinen mevcudiyetlerinden önce, M.Ö. IX. yüzyıldan itibaren yarımadada Kimmer, Tavr, İskit, Sarmat, Yunan ve Got hakimiyetlerinin tesis edildikleri bilinmektedir. Antik çağlardan beri de özellikle Yalıboyu’nda canlı bir ticaret ve şehirleşme olgusu var olagelmiştir.
Türk dilli halkların Kırım yarımadasında kesin olarak tesbit edilebilen en eski mevcudiyeti, terkibinde Türk dilli unsurları barındırdığı bilinen Hunların M. S. IV. asırda yarımadayı hakimiyetleri altına almalarıyla gerçekleşmiştir. Hunların varlığının Kırım üzerinde fazla kalıcı bir iz bırakmadığı anlaşılmakla birlikte, VI. yüzyılın ikinci yarısında yarımadanın kuzeyindeki bozkır (Çöl) kesiminin kısa bir süre için de olsa Türk (“Göktürk”) Kağanlığı’nın hakimiyeti altına girdiğini kaydetmek gerekir. Bu kağanlığın dağılmasını müteakip VII. asrın ortalarına doğru Kırım’ın da yer aldığı çok geniş bir arazide bir Türk halkı olan Hazarların devleti teşekkül etti.
Kudretli Hazar İmparatorluğu dönemini Kırım’ın hiç değilse bazı bölgelerinin etnik olarak Türkleşmeye başlaması açısından kritik bir devir olarak nitelendirmek mümkündür. Her ne kadar Hazar hakimiyeti yarımadanın tamamını ihata etmiyor idiyse de (güneydeki sahil şeridi kısmen Bizans idaresine tâbi idi), bu imparatorluğun bünyesinde Kırım’ın özel bir yeri olmuştur. Hazar varlığı Kırım’a öylesine damgasını vurmuştur ki, yarımadanın XV. yüzyılda bile bazı Avrupalılar tarafından “Gazaria” olarak adlandırıldığı görülür. Etnik olarak Türk olmakla birlikte Musevî bir hânedânın yönettiği Hazar İmparatorluğu’nda genellikle İslâmiyet de dahil diğer dinlere tolerans gösterilmekte ve devletin bir hayli Müslüman tebası bulunmaktaydı. Bu sebepten, Kırım’da ilk Müslümanlar Hazar döneminde görülmeye başlamış olmalıdır.
Kırım’daki Hazar hakimiyeti IX. yüzyılın ikinci yarısında çöktüyse de, Asya’dan gelen yeni göçebe ve savaşçı Türk dalgaları bölgenin tedricî Türkleşme sürecini devam ettirdiler. Bu meyanda, Peçenekler X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yarımadanın step ve dağ etekleri kısmına hâkim oldular. Adı geçen dönemde, Kırım Peçeneklerle Bizans İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin kilit noktasını teşkil ediyordu.
Peçeneklerin ardından gelen Türk kabilesi Kıpçakların (Kumanlar) X.-XI. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyindeki muazzam bozkırlarda ve Kırım’da hakimiyetlerini tesis etmeleri, yarımadanın Türkleşmesi tarihinde en önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder. Orta Asya’dan başlayıp Doğu Avrupa’ya kadar Karadeniz’in kuzeyi boyunca yayılan bozkırlara “Deşt-i Kıpçak” (Kıpçak Bozkırları) adının verilmiş oluşu boşuna değildir. Kıpçaklar buranın tarihine öylesine damgalarını vurmuşlardır ki, bugün Kırım Tatarları adını verdiğimiz halkın dili ve kültürü üzerinde de Kıpçak unsuru büyük ağırlık taşımaktadır. XI. yüzyılda pek çok Kıpçak’ın İslâm’ı kabul etmiş olmasına binaen, Kırım’da ilk Müslüman cemaatlerinin teşekkülünden söz edilebilir. Zaten büyük sayıda Kıpçak’ın köle veya ücretli asker sıfatıyla Müslümanlaşarak Müslüman ülkelerde savaşçı görevini üstlenmeleriyle, Kıpçaklar ve İslâm dünyası arasında çoktan münasebetler kurulmuş durumdaydı. Nitekim, Mısır’daki köle kökenli askerler Kıpçaklardan oluştuğu gibi, Memlûk Devleti’nin bânîsi Sultan Baybars da Kırım doğumlu bir Kıpçak’dı. Kırım’ın büyük kısmındaki Kıpçak hakimiyeti XIII. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Bu arada yarımadanın güney sahillerinde kısa bir süre için de olsa ilk defa güneyden gelen Türk unsurlarının hâkim olduğu görülür. 1227’de Konya Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın emrindeki Hüsameddin Çoban Bey bir Selçuklu donanması ile Kıpçakları yenerek Sudak’ı ve çevresini ele geçirdi.
XIII. yüzyıl başlarında Cengiz Han’ın meydana getirdiği muazzam imparatorluk Kırım’ın da kaderini değiştirdi. Cengiz Han’ın ordularından bir grup ilk olarak 1223 yılında Karadeniz’in kuzeyine gelerek burada Kıpçak-Rus birleşik kuvvetlerini perişan etti. Bu zafere rağmen bölge kalıcı olmadılar. Ancak 1237’de Cengiz Han’ın torunu Batu’nun kumandasında geri dönerek benzeri görülmemiş bir kudretle önlerine gelen bütün güçleri ezerek Avrupa ortalarına kadar hemen her yeri ele geçirdiler. Kırım da böylece bu dev doğulu imparatorluğun parçası oldu. Cengiz Han’ın ölümünden kısa bir süre sonra imparatorluğun fiilen dört parçaya bölünmesiyle, Kırım yarımadası “Altın Orda” nâmıyla anılan ve başlı başına muhteşem bir imparatorluk teşkil eden devletin payına düştü.
Cengiz Han’ın kendisi gibi kurduğu ordunun ve devletin de üst kademeleri esasen Moğol’du. Bununla birlikte, asıl Moğollar devletin içinde küçük bir azınlık teşkil ettikten başka, diğer unsurların ve özellikle de Türklerin büyük payı vardı. Nitekim, Cengiz Han imparatorluğunun her birinin başında Cengiz soyundan hanların bulunduğu dört vâris imparatorluktan üçü hızla Türkleşecek ve İslâmlaşacaktır. Altın Orda’nın kalbini teşkil eden İdil (Volga) boyu, Deşt-i Kıpçak ve Kırım’daki Türk unsurların yoğunluğu, zâten Cengiz ordularıyla beraber doğudan gelen unsurların Moğollardan çok daha fazla sayıda Türkleri ihtiva etmesi, Altın Orda’nın bir kaç nesil içinde tamamen Türkleşmesine yol açtı. XIV. yüzyıla girildiğinde bu kudreti imparatorluk İslâmiyet’i resmen kabul etmiş durumdaydı.
Altın Orda dönemi İdil (Volga) boyu, Deşt-i Kıpçak ve Kırım’daki Türk varlığının nihaî şeklini alması bakımından büyük önem taşır. Ayrıca bu halklara yabancılar tarafından umumen “Tatar” adının verilmesi de yine bu dönemin bir hatırasıdır. Asıl “Tatar” halkı eski bir Moğol kabilesi olup, bu kabileye mensup olanların Cengiz Han devrinde üstlendikleri rol dolayısıyla Şarklı ve Garplı yabancıların Moğolları veya Cengiz Han’a tâbi olan bütün kavimleri “Tatar” tesmiye ettikleri anlaşılmaktadır. Asıl “Tatar” kabilesinin söz konusu nüfusa oranı son derece az olmakla ve çok kısa bir süre içinde tarih sahnesinden tamamen çekilmesine rağmen, isimleri Cengiz imparatorluğunun ve bilhassa da Altın Orda’nın Türk tebasına miras olarak kalmıştır. Bugün kullanılan mânâsıyla “Tatar” tabiri, Rusların Altın Orda’ya tâbi olmuş bütün Türk halklara (hattâ bazı hallerde temas ettikleri -Osmanlılar hariç- bütün Türklere) verdikleri bir isim olarak belirmektedir. Etnik ve linguistik açıdan söz konusu halkların ne “asıl Tatarlar”la, ne de Moğollarla hemen hiç bir ilişkileri yok ve hattâ kendi aralarında da (umumen Türk dilli ve Müslüman olmaları dışında) büyük farklar mevcut ise de, “Tatar” tabiri yerleşip kalmıştır. XX. yüzyıla kadar bu Türk halklarından pek çoğunun kendilerini “Tatar” olarak adlandırmadıklarını, hattâ bazılarının bu tabirden hiç hoşlanmadıklarını da kaydetmek gerekir.
Aralarında bugünkü Rusların atalarının da bulunduğu Doğu Slav halklarını iki yüz yılı aşkın bir süre hakimiyeti altında bulunduran Altın Orda devleti dönemi Kırım’da Türk-İslâm medeniyetinin kesin olarak tesis olunduğu dönemi temsil eder. Kırım’ın Müslümanlaşması bu dönemde son şeklini almıştır. Kırım böylelikle yaklaşık beş asırlık kesintisiz bir Müslüman hakimiyeti içinde bulunacaktır.
Bir dönem dünyanın en kudretli devleti durumunda bulunan Altın Orda İmparatorluğu’nun taht kavgaları içine düşmesiyle, taht üzerinde iddia sahibi olan Cengiz Han soyundan bir çok prensler taraftarlarıyla birlikte imparatorluğun belirli bölgelerinde hakimiyeti ellerine geçirerek hanlıklarını ilân ettiler. Bunlardan birisi de Kırım’da üslenerek Altın Orda tahtının gerçek sahipleri olduğu iddiasında bulunan Gıyaseddin ve onun oğlu Hacı Geray’dı. Hacı Geray Altın Orda’nın tamamını elde edemediyse de, onun idaresinde XV. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Kırım’ı ve onun kuzeyindeki geniş bozkırları içine alan kudretli müstakil bir devlet teşekkül etmiş oldu: Kırım Hanlığı.
Doğu Avrupa siyasetinin kilit unsurlarından biri haline gelen ve Hacı Geray’ın soyundan gelen “Geray” hânedânı idaresindeki Kırım Hanlığı 1475 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile sıkı bir ittifaka, hattâ onun himayesi altına girdi. Bu tarihten itibaren Kırım’ın güneyindeki dar kıyı şeridindeki Ceneviz kolonileri Osmanlı hakimiyetine geçtikten başka, giderek artan bir Osmanlı nüfuzuna girecek olan hanlığın da kaderi güneyindeki bu imparatorluğa bağlanmış oldu.
Bundan sonra giderek artan ölçüde Osmanlıların her seferine Avrupa’nın Hristiyan devletlerinin korkulu rüyası haline gelmiş olan güçlü Kırım Tatar süvari birlikleri de katılacak ve Orta Avrupa’dan İran’a ve hattâ Mısır’a kadar Kırımlılar da Osmanlılarla birlikte üç yüzyıl kanlarını dökeceklerdi. Özellikle XV. asırdan itibaren de Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı tesiri günden güne arttı. Zaman içinde Gerayların bu devleti idarî ve kültürel bakımdan Altın Orda’nın ve Osmanlı Devleti’nin ilginç bir sentezine dönüştü. Artan Osmanlı nüfuzuna rağmen Kırım Hanlığı siyasî hükümranlığını daima korudu ve başlı başına Doğu Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri olmayı sürdürdü. XVI. asır başlarında Altın Orda’nın siyasî ünvanını tamamıyla devralan Kırım Hanlığı, bu dönemde Türk/Müslüman hanlıkları aleyhine güçlenmeye ve genişlemeye başlayan Rusya’yı durdurabilen tek güç durumundaydı. Bu meyanda, Kırım Hanı I. Devlet Geray Han kumandasındaki Kırım ordusu 1571’de karşısındaki Rus birliklerini perişan ederek, Moskova’ya kadar gidip orayı yakabilecek kudrete sahipti. Kırım yarımadasının yanısıra, Deşt-i Kıpçak ve Kuzey Kafkasya’nın batı bölümüne de egemen olan Kırım Hanlığı’nın hakimiyet sahası, savaşlarla kuzeye, doğuya ve batıya doğru sık sık genişliyordu.
Hanlık idaresinde Kırım pek çok yönü günümüze kadar devam edecek olan özgün karakterini aldı. Müslüman olan, muhtelif şivelerde Türk dilini konuşan ve yabancıların “Tatar” olarak tesmiye ettikleri yarımada ahalisinin kendine has bir halk olarak teşekkülünde Kırım Hanlığı dönemi büyük önem taşır. Diğer taraftan, bugün Kırım Tatarları olarak adlandırılan halkın özgün devleti ve yarımdada üzerindeki siyasî taleplerinin tarihî referansı da Kırım Hanlığı’dır. Başşehri Bahçesaray olan Kırım Hanlığı bir göçebe devleti olmaktan çıkarak, yerleşik ve parlak bir Türk/İslâm medeniyetinin temsilcisi oldu. Kırım, XV.-XVIII. yüzyıllar arasında sayısız büyük âlim, devlet adamı, edip, sanatçı ve askerin vatanıydı. Osmanlı devlet protokolünde de Sadrazam ile birlikte Padişah’dan hemen sonra gelen Kırım Hanlarından bir çoğu yukarıda anılan bu vasıfları şahıslarında toplayabilen kimselerdi. II. Gazi Geray Han, III. Selim Geray Han ve Kırım Geray Han gibi hanlar çok yönlü kişilikleriyle büyük izler bırakmış devlet adamlarındandır.
Kırım Hanlığı Osmanlı İmparatorluğu gibi özellikle XVIII. yüzyıl içinde bir gerileme süreci içine girdi. 1769-1774 Savaşı’nda Osmanlılarla birlikte Rusya karşısında alınan mağlubiyet felâketli neticeler getirdi. Bu savaş esnasında Rus orduları Kırım’a girmeye muvaffak olduktan başka 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca antlaşması ile Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı himayesi kaldırıldı. Bu tarihten itibaren dokuz yıl boyunca Rusya’nın Kırım tahtına kukla bir han geçirme çabalarının yol açtığı iç kargaşalar bahane edilerek yarımada tam üç defa Rus ordularının istilâsına uğradı ve çok büyük ölçüde kan döküldü. Nihayet, 1783’de halkın tükenmenin eşiğine geldiği bir noktada Rusya İmparatoriçesi II. Yekaterina Kırım Hanlığı’nın lağv ve topraklarının Rusya’ya ilhak edildiğini ilân etti.
Kırım üzerinde Rus hakimiyetinin tesisinin hemen akâbinde, Rusya’nın diğer bölgelerine hiç benzemeyen tabiat harikası bu yarımadayı “yabancı” Tatar/Müslüman unsurlardan temizleme, burayı bütünüyle Ruslaştırma ve daha güneye yönelik genişleme teşebbüsleri için stratejik bir sıçrama tahtası olarak kullanma yönünde sistematik adımlar atıldı. Bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak, Kırım Tatarlarının Kırım’dan Osmanlı Devleti topraklarına büyük dalgalar halinde göçleri başladı. O kadar ki, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı tarihinden (hattâ ondan bile öncesinden) başlayarak, Sovyet devrinde imkânsız hale gelene kadar Kırım’dan Türkiye’ye göçler tek bir yıl bile durmamış, bazen yüzbinlerle ifade edilen muazzam kitle hareketlerine dönüşmüş, bazen de daha münferit boyutlarda kalmıştır.
Genel olarak Rusya hükûmeti Kırım Tatarlarının dışarıya göç etmesine müsbet bir hadise olarak bakmış ve bunların değil önlenmesi, aksine teşvik edilmesi yönünde hareket etmiştir. Ancak göçün bir anda çok büyük ekonomik kayıplara yol açtığı hallerde bunun kontrol altına alınması çareleri aranmıştır. Göçlerin temel sebebi elbette ki Kırım’ın Müslüman halkına yönelik baskı politikalarıdır. Bu politikaların bir yönü, halkın dinî ve kültürel hayatına yönelik fiilî veya psikolojik baskıların tatbikidir. Müslüman halkın en fazla hassas olduğu dinî kimliğine halel gelebileceği endişesi göçlerin önemli sebepleri arasında yer alır. Bununla birlikte, genel olarak göçlere yol açan sebeplerin en başında geleni ekonomik baskılardır. Bu tür baskılar esasen Kırım Tatar köylülerinin XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren sürekli olarak topraksızlaştırılması şeklinde tezahür etti. Muazzam genişlikteki topraklar yarımadanın Rusya’ya ilhakı ile birlikte Rus asilzadelerine ve memurlarına dağıtılırken, ezici çoğunluğu köylülerden oluşan Kırım Tatarları gitgide sefalete dûçâr oluyorlardı. Göç edenlerin yerleri ise Ruslarla ve onların yeterli olmadığı hallerde, Yunanlılardan Almanlara ve Bulgarlardan İtalyanlara kadar pek çok Hristiyan unsurla doldurulmaktaydı.
Göçlerin bilhassa Osmanlı-Rus savaşları ile birlikte hız kazanması dikkat çekicidir. Kırım Tatarları Rusya idaresi tarafından Osmanlıların müttefikleri olarak görüldüğünden özellikle Türklerle savaş zamanlarında varlıklarından büyük huzursuzluk duyuluyordu. Böyle dönemlerde baskılar büyük ölçüde artmakta ve hele savaşın bitiminde Çarlık rejiminin daha büyük bir hınçla üzerlerine geleceği endişesi çoğu zaman bizzat Rusya idarecileri tarafından çıkartılan söylentilerle giderek artıyor, henüz vakit varken İslâm Halifesi’nin toprağına gitme düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Bu tür endişeler bütünüyle temelsiz de değildi. Nitekim, Kırım Tatarlarının kısmen veya tamamen Kırım’dan iç bölgelere sürülmeleri yönünde teklif ve planlar olmuştu. Bunların gerçekleşememesi ancak bunu temin edecek vesaitin mevcut olmayışından olmuştur.
Bütün göç dalgaları arasında hiç şüphesiz en büyük ve yıkıcı tesirler taşıyanı 1860-1861 yıllarında vuku bulanıdır. 1853-1856 Kırım Savaşı esnasında Osmanlıların ve Müttefiklerinin yarımadanın bir kısmını işgal etmeleri Kırım Tatarlarına yönelik şüphe ve antipati duygularını ve dolayısıyla baskıları daha da arttırdı. Savaş Rusya’nın mağlûbiyetiyle neticelenmekle birlikte, Kırım Tatarlarının başlarına gelebileceklerle ilgili söylentiler ve köylülerin büsbütün kötüleşen ekonomik durumları, âdetâ bir panik halindeki kitlelerin Osmanlı ülkesine göçlerine sebep oldu.
Esas olarak göçlerin neticeleri daima felâketli olmaktaydı. Çoğunlukla hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanan Osmanlı idaresi ne yapacağını şaşırırken, muhacirlerin önemli bir kısmı ilkel nakil vasıtalarının kurbanı olarak Karadeniz’in dibini boyluyor, bir kısmı vatanlarına hiç benzemeyen yeni yerleşim yerlerindeki olumsuz şartlar ve salgın hastalıklara yenik düşerek kırılıp yok oluyor, sağ kalanlar da çoğu zaman perişan şekilde hayat mücadelesine girişiyorlardı. Kırım’da kalanların durumu ise, genel nüfusun Müslümanlar aleyhine değişmesiyle daha da ümitsiz bir hale düşüyorlardı. Bütün bir halk âdetâ göç için sırasını bekleyen koca bir kitle haline gelmişti. Zaten 1860-1861 göçünden sonra ilk defa Kırım Tatarları Kırım’da mutlak nüfus çoğunluğunu kaybettiler.
Kırım’da kalan Kırım Tatarları açısından yabancı hakimiyetine girdiklerinden sonra geçen bir asırlık süreyi her açıdan “kara yüzyıl” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Bu süre boyunca Kırım Müslümanlarının hemen bütün sosyal, ekonomik, dinî ve kültürel kurumları her açıdan bir çürümeye maruz kaldı. Halk ezici çoğunluğu itibarıyla sosyal ve ekonomik açıdan Rusların ve diğer Hristiyanların mukayese edilmeyecek derecede gerisine düşerken, gelecek nesilleri yetişterecek olan Müslüman maarif sistemi de fevkalâde geri bir duruma düşmüştü.
Bu ortamda, zaten daimî göçlerle eriyen Kırım Tatar toplumunun değil kendini yenileyebilmesi, uzun vadede varlığını sürdürebilmesi dahi pek mümkün gözükmüyordu. Bütün bu aleyhteki faktörlere rağmen, Kırım Tatarlarını içinde bulundukları bu inkıraz sürecinden çıkaracak ve bir millî uyanış dönemini başlatacak kişi büyük fikir adamı ve reformcu İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) oldu. Gaspıralı vatandaşları olan Kırım Tatarları arasında hemen hiç rastlanmayan bir şekilde genç yaşında çok farklı eğitim ve tecrübelere sahip olma imkânını bulabilmiş, dış dünyayı tanıyabilmiş ve bütün bunlar onun toplumunun içinde bulunduğu durumu çok iyi idrak edebilmesini sağlamıştı. Büyük çoğunluğu itibarıyla kendi kabuğuna kapanmış olan Kırım Tatar toplumunun aksine, Gaspıralı maceralı bir hayatla hem Kırım’daki Müslüman mekteplerinde, hem Moskova ve Voronej’deki Rus okullarında okumuş, Osmanlı Devleti’nde ve Avrupa’da bulunmuş, Batı’yı ve Doğu’yu geniş bir perspektifle tetkik edebilmişti.
Gaspıralı herşeyden önce Kırım Tatarlarının yaşamakta olduğu çok ciddî problemlerin esasında Rusya İmparatorluğu dahilindeki diğer Müslüman halkların meselelerine geniş ölçüde paralel olduğunu ve söz konusu Müslüman halkların büyük çoğunluğunun yanlızca dindaş olmakla kalmayıp aynı zamanda ortak dil ve kültür bağlarına sahip olduklarını idrak etti. “Millet–i mahkûme” olarak tek tek ele alındığında her birinin karşı karşıya bulunduğu çok ciddî sosyal, iktisadî ve hattâ siyasî meselelerle başa çıkabilmesi mümkün görünmeyen bu Müslüman Türk halkları birleştikleri takdirde büyük bir güç teşkil edebilirlerdi. Gaspıralı’ya göre, bunlar zaten mevcut olan ortak din, dil ve kültür temellerine göre modern manâda tek bir Türk milleti halinde birleşebilirlerdi. Bunun aslî yolu ise söz konusu Türk toplumlarının hepsine şâmil yeni ve millî anlayışta bir eğitim sistemiyle ortak bir edebî Türkçe’nin ihdâsıydı. Bu yeni eğitim sistemi asrî standartlara uygun olarak ana dilinde hem dinî hem de dünyevî bilgileri verebilmeli, muhtevası itibarıyla millî şuurun gelişmesine yönelik mahiyette olmalı ve talebe tarafından da kolaylıkla kavranabilmeliydi. Gaspıralı bu esaslar üzerinde ortaya attığı eğitim sistemini “usûl-i cedid” olarak adlandırdı. Rusya Türklerinin bütün dertlerinin temelinde yatan mesele olarak gördüğü cehalete karşı savaşın ancak “usûl-i cedid”in başarısıyla kazanılabileceğini düşünen Gaspıralı, reform programına karşı Rusya’nın tepkisinin celbedilmemesi için de son derece ihtiyatlı bir çizgi takip etmekteydi.
Gaspıralı’nın bütün millî fikirlerini ve reform programını tanıtmak ve yaymak yolundaki en önemli aracı 1883’de Bahçesaray’da yayınlamaya başladığı Tercüman gazetesiydi. Kırım Tatarları arasında yayınlanan ilk, bütün Rusya Türkleri (veya Müslümanları) arasında yayınlanan da üçüncü gazete olan Tercüman Gaspıralı’nın idealindeki ortak edebî Türkçe’nin örneği olmak üzere sadeleştirilmiş Osmanlı Türkçesinde çıkıyordu. Gaspıralı “usûl-i cedid” mekteplerinin ilk örneğini de 1884’de yine Bahçesaray’da açtı. İşin en başından itibaren hem Müslüman cemaatleri içindeki gelenekçi mutaassıp unsurların, hem de Rus milliyetçi ve misyoner çevrelerinin aleyhte tutumlarına ve büyük imkânsızlıklara rağmen, Gaspıralı’nın çok sabırlı çalışmaları ile gerek Kırım’da gerekse Rusya İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde (özellikle İdil-Ural bölgesinde) programına inanan ve destekleyen zümreler oluştu. Tercüman yirmi yıl içinde Doğu Türkistan’dan Balkanlara, İdil-Ural bölgesinden Mısır’a kadar bütün Türk dünyası çapında başka bir emsali görülmeyen bir okunma yaygınlığına ve tesir gücüne ulaştı. “Usûl-i cedid” mektepleri ise Rusya İmparatorluğu’nun Müslümanlarla meskûn her bölgesine yayıldı (bunların sayıları I. Dünya Savaşı’nın başlamasından önce 5.000’i bulacaktı). Gaspıralı’nın bütün Rusya Türklerine şâmil millî birlik fikirlerinin en çarpıcı tezahürlerinden birisi de, 1905 İnkılâbı’nı müteakip Rusya’da ortaya çıkan nisbî serbestlik ortamından yararlanarak teşekkül eden Bütün-Rusya Müslümanları Kongreleri’dir. Çarlık dönemi içinde toplam dört kere toplanabilme imkânını bulan bu Kongreler, Rusya Türklerinin tarihteki ilk ortak teşkilatlanmasını ve Gaspıralı’nın millî fikirlerinin genel bir yapı içinde tecessümünü temsil etmiştir.
Gaspıralı’nın millî maarif reformu Rusya İmparatorluğu’nun diğer Müslüman bölgelerinde olduğu gibi, onun vatanı olan Kırım’da da genç bir millî aydınlar zümresinin ortaya çıkmasına hizmet etti. Bu aydınlar zümresi içinde yalnızca bütünüyle Gaspıralı’nın görüşlerine katılanlar değil, ondan gayet farklı düşüncelere sahip radikal gençler de yer almaktaydı. Genellikle Rus illegal siyasî partilerinden Sosyalist İnkılâpçıların görüşlerinin etkisinde olan bu gençler, Çarlık rejimiyle uzlaşma yerine ona doğrudan savaş açma ve bu yolda (terörist olanları dahil) Rus inkılâpçı unsurlarıyla işbirliği yapılmasını savunuyorlardı. Önceleri az sayıda olan bu genç gruplar Gaspıralı’nın savunageldiği dinî (İslâm) ve etnik (Türk) millî kimlik esaslarını kabul etmekle birlikte, bunu Kırım’a ait bir “Vatan” kavramıyla takviye ettiler ve Kırım’ın Müslüman Türklerinin yani Kırım Tatarlarının özgün modern millî kimliğinin teşekkülüne katkıda bulundular.
Önce 1905 Rus İnkılâbı ve bilâhare de 1908 Osmanlı Meşrutiyet İnkılâbı ile birlikte Kırım Tatarları ve Türkiye arasındaki ilişkiler büyük bir ivme kazandı. Kırım Tatarlarının büyük ihtiyaç duyduğu eğitim kadroları Türkiye’den gelen (çoğu Kırım Tatar asıllı) muallimlerle karşılanırken, pek çok Kırım Tatar genci de okumaya İstanbul’a geldiler. Bunlardan büyük rahatsızlık duyan Çarlık rejiminin engelleme çabalarına rağmen, bu gelişmelerin çok önemli kalıcı tesirleri oldu. Bir neslin Kırım Tatar aydınları Türkiye’de o zaman cârî olan fikirlerden kuvvetle ilham almış olarak fevkalâde istiklâlci, hürriyetçi ve milliyetçi olarak yetişti. Bu kadrolar İstanbul’da ve Kırım’da yeraltı teşkilatları kurarak yaygın bir faaliyet içine girdiler.
1917 Mart’ın Çarlık rejiminin çöküşü ve Rusya’nın ihtilâle ve kargaşaya sürüklenmesi ile birlikte, bu yeraltı teşkilatları su yüzüne çıktılar. 1917 Nisan’ında bir Kırım Müslümanları Kongresi toplayarak, teşkil edilen Merkezî İcra Komitesi ile Kırım’ın Müslüman işlerini kontrol altına aldılar. Rusya’nın içine düştüğü anarşik ortamın giderek tam bir kaosa dönüşmesinden istifade ederek, önce muhtariyete ve sonra da istiklâle giden yolda hızla mesafe kaydettiler. Nihayet, Kasım 1917’de Bolşeviklerin Petrograd’da hükûmeti devirmeleri Kırım Tatar milliyetçilerine en büyük imkânı verdi.
Esasen bundan bir süre önce Kırım Müslümanları Merkezî İcra Komitesi Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini belirleyebilmeleri için millî parlamentonun yani Kurultay’ın toplanması kararını almıştı. Kasım 1917 başlarında yapılan ve İslâm âlemindeki bu tarz ilk tatbikatı teşkil eden gizli oy, açık tasnif yoluyla ve kadın-erkek bütün Kırım Tatarlarının seçme ve seçilme haklarını haiz oldukları seçimlerle Kırım Tatar Millî Kurultayı toplandı. Kurultay genç milliyetçi lider Noman Çelebi Cihan başkanlığında bir hükûmet teşkil ettikten başka 26 Aralık 1917’de kabul ettiği Kanun-u Esasî ile “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” esasını kabul etti. Aynı zamanda askerî güce de sahip olan Kırım Tatar Millî Hükûmeti Akyar (Sevastopol) hariç yarımadanın her yerinde konrolü ele geçirmeyi başardı. Ancak Rus Karadeniz Filosu’nun ana üssü olan Akyar’da duruma hakim olan ve Bolşevik sempatizanı Bahriyeliler en büyük tehdidi oluşturmaktaydı. Nitekim, Ocak 1918’in ikinci yarısında milî kuvvetlerle Bolşevik Bahriyeliler arasında çıkan savaşta, millî kuvvetleri mağlûp eden Bolşevikler yarımadayı ele geçirerek, Kırım Tatarlarına karşı dehşetli bir katliama giriştiler.
Kırım tarihinde gayet kanlı bir sayfa meydana getiren bu birinci Bolşevik hakimiyeti, Nisan 1918’de Kırım’ın Alman orduları tarafından işgal edilmesiyle son buldu. Osmanlıların müttefiki olan Almanya’nın Kırım’ı işgal etmesi Kırım Tatarlarına ümit verdiyse de, bütün elde edilenler Kurultay’ı temsilen Kırım Tatar Millî İdaresi’nin ve bazı millî müesseselerin tekrar faaliyet göstermesine izin verilmesinden ibaret kaldı. Kasım 1918’de Almanların Kırım’dan çekilmesinden sonra Kırım tam iki yıl sürecek olan bir kanlı kargaşanın içine düştü. Bu süre içinde Kırım, (Nisan-Haziran 1919 dönemi hariç) Bolşevik aleyhtarı Rus “Beyaz Ordu”larının elinde kaldı. Önce General Anton Denikin, sonra General Peter Wrangel idaresindeki Beyazlar da Bolşevikler gibi hiç bir şekilde Kırım Tatarlarının millî hukukunu tanımadılar. Devam eden Rus iç savaşı Kırım’ın kaynaklarını kuruttu. Nihayet, Kasım 1920’de ileri harekâta geçen Bolşevikler Beyazları mağlup ederek bütün Kırım’ı nihaî olarak ele geçirdiler.
Bolşevik idaresindeki Kırım’ın ilk yılı, yarımadanın yeni hakimlerine göre istenmeyen unsurların acımasızca şekilde ortadan kaldırıldığı kanlı bir dönem oldu. Bunu müteakip, Bolşevikler gerek Kırım Tatarlarını rejime kazanmak, gerekse Şark halklarına bir propaganda mesajı vermek maksadıyla 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Bu muhtar cumhuriyette Kırım Tatarcası resmî dil olduktan başka, Sovyet hakimiyeti çerçevesinde Kırım Tatar kültür ve medeniyetinin geliştirilmesi öngörülmekteydi. Ancak Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk ayları Kırım tarihinde emsali görülmemiş, dehşetli bir açlığa şahit oldu. Yıllarca süren savaşların olduğu kadar, yanlış ve insafsız Bolşevik ziraat politikalarının bir neticesi olan 1921-1922 açlığında pek çoğu Kırım Tatarı yüzbinlerce insan hayatını kaybetti.
Mecburiyet karşısında iktisadî ve bir ölçüde siyasî sahalarda geçici bir müddet toleransa gidilen genel Sovyet ortamına uygun olarak, Kırım Tatarları 1922’den itibaren muhtariyet içinde önemli adımlar attılar. Sovyet devrine adapte olabilen millî kadrolar sayesinde, Kırım Tatarları özellikle eğitim, kültür, sanat ve edebiyat sahalarında büyük gelişmeler gösterdiler. Ne var ki, 1920’lerin ikinci yarısında Stalin’in Sovyetler Birliği’nde iktidarı tamamen ele geçirmesine bağlı olarak, bu durum kökünden değişti. Kırım Muhtar Sovlyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Reisi ve milliyetçi lider Veli İbrahim’in Mayıs 1928’de idam edilmesiyle, onun çizgisinde olduğundan şüphelenenlere karşı büyük bir imha kampanyasına girişildi. 1928’de bütün Sovyetler Birliği çapında başlatılan cebrî kollektivizasyon ve “kulak”ların (yani hali-vakti iyice köylülerin) tasfiyesi yönündeki zâlimâne politikalardan Kırım Tatarları da çok büyük kayıplar verdiler. On binlerce Kırım Tatar köylüsü “kulak” oldukları iddiasıyla Urallara, Sibirya’ya ve başka yerlere sürüldü ve mahvedildi. Stalinist politikalarla perişan edilen tarımın neticesinde 1931-1933 yıllarında yine muazzam boyutlarda bir açlık patlak verdi. Korkunç açlık, Sovyet iktidarı tarafından aralarında Kırım Tatarlarının da bulunduğu bir çok halka karşı düpedüz bir tenkil aracı olarak kullanıldı. O kadar ki, bilhassa Ukrayna, Kırım ve Kazakistan’da 15 milyona yakın insanın öldüğü açlığın varlığı bile 1980’lerin sonlarına kadar Sovyet rejimi tarafından asla ikrar edilmedi. 1930’lar boyunca Stalinist devlet terörünün en vahşiyâne şekilde tatbik edildiği dönemden Kırım Tatarları da fazlasıyla paylarını aldılar. Bu korkunç devirde, âlimi, yazarı, sanatçısı, eğitimcisi, idarecisi ve düşünürüyle bir bütün olarak Kırım Tatar millî aydın sınıfı doğrudan idam veya çalışma kamplarında yok etme suretiyle tamamen ortadan kaldırıldı. On binlerce sıradan insan da akıl almaz bahanelerle mahvedildi. Kırım Tatarlarının dinî ve millî değerleri bütünüyle ayaklar altına alındı.
II. Dünya Savaşı’nda Alman-Sovyet harbinin başlamasından kısa bir süre yıldırım hızıyla Sovyetler Birliği’nin batı kesimlerini işgal eden Alman orduları 24 Ekim 1941’de Kırım’a girmeye başladılar. Alman 11. Ordusu 16 Kasım 1941’e kadar Akyar (Sevastopol) hariç bütün Kırım yarımadasını ele geçirmeyi başardı. Akyar müstahkem mevkii ise çok şiddetli muharebeler ve bombardımandan sonra ancak 4 Temmuz 1942’de düştü. Kırım’ın Almanlar tarafından işgali, Stalin rejimi tarafından ezilmiş bütün Sovyet halkları ve bu meyanda Kırım Tatarları için bir ferahlama hattâ kurtuluş gibi görüldüyse de, bu düşüncelerin yanlış olduğu daha ilk günlerden anlaşıldı. Dinî ve sosyal hayatta gayet sınırlı bazı tavizlerin dışında Alman işgal idaresinin de Kırım Tatarlarına hürriyet ve hele istiklâl vermeye hiç niyetli olmadığının görülmesi bütün ümitleri ortadan kaldırdı. Sert işgal idaresi Kırım Tatar millî müesseselerinin kurulmasına meydan vermedikten başka, binlerce Kırım Tatarını da Alman savaş sanayiinde işgücü olarak kullanmak üzere cebren Almanya’ya götürdü. Zaten Nazi Almanyası’nın savaş planları arasında Kırım’a Almanların iskân ederek burayı daimî olarak Almanya’nın entegral bir parçası haline getirilmesinin bulunduğu biliniyor.
Savaşın Almanlar aleyhinde bir seyir takip etmeye başlamasıyla birlikte, Kızıl Ordu kaybettiği bölgeleri bir bir geri almaya başladı. Nihayet, 11 Nisan 1944’den başlayarak 9 Mayıs 1944’e kadar Kırım yarımadasının tamamını ele geçirdiler. Kırım muharebeleri sırasında Almanlar geri çekilirken pek çok köyü yakıp yıktıkları gibi, Kızıl Ordu birliklerinin tutumu da farklı olmadı. Kızıl Ordu işgalinin ilk haftalarında “hain” olarak nitelendirilen Kırım Tatarlarına yönelik yaygın kurşuna dizme, tecavüz ve yağma olayları yaşandı.
Ancak Kırım Tatarları için asıl büyük felâket Stalin tarafından 11 Mayıs 1944’de imzalanan ve Kırım Tatarlarının son ferdine kadar Kırım’dan sürülmesini emreden karardan sonra gerçekleşti. Bu kararın icrası NKVD birlikleri tarafından 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece Kırım’ın her yerinde aynı anda yerine getirildi. Gece NKVD askerleri tarafından yataklarından kaldırılan Kırım Tatarları, hazırlanmaları için yalnızca 15-20 dakika zaman ve ancak ellerinde taşıyabilecekleri kadar eşya almalarına izin verilerek hayvan vagonlarına yüklendiler. Pek çoğunda oturmaya yer kalmayacak derecede insanla doldurulan vagonlar dışarıdan mühürlendiler ve en az üç-dört hafta sürecek olan yolculuğa çıkarıldılar. Günlerce yiyecek ve su verilmeyen, cesetlerin dışarı çıkarılmasına müsaade edilmeyen ve hiç bir tıbbî yardımın söz konusu olmadığı bu ölüm yolculuğu sırasında açlık, susuzluk, hastalık, bitkinlik ve havasızlıktan on binlerce insan hayatını kaybetti. Sürgünden hiç bir Kırım Tatarı istisna edilmedi. Dağlardan inen Kırım Tatar Sovyet partizanları ve Kızıl Ordu askerleri ile her rütbedeki Komünist Partisi mensupları dahi sürülenler arasındaydı. Kızıl Ordu saflarında cephede bulunan Kırım Tatar askerleri ise herşeyden habersiz savaşmaya devam edecekler, savaş biter bitmez de (en yüksek Sovyet madalyası olan “Sovyetler Birliği Kahramanı” madalyasını alanlar dahil) sürgün yerlerine gönderileceklerdi.
Kırım Tatarlarını taşıyan vagonların hemen tamamı Orta Asya (özellikle Özbekistan), Urallar ve Sibirya’da boşaltıldılar. Sürgün yerlerinde asgarî yaşama ve barınma imkânları mevcut değildi. Ağır çalışma şartlarında ve her türlü temel ihtiyaçtan mahrum olarak bir çeşit toplama kampı rejimi içinde yaşamaları gerekiyordu. “Özel iskân” rejimi denilen bu rejim içinde her Kırım Tatarının gece kumandanlığa yoklama vermesi gerektiği gibi, bulunulan mahalden beş kilometreden fazla uzaklaşmak da kesinlikle yasaktı. Bu durumda her bir ferdi ayrı vagonlarda başka yerlere sürülmüş olan aileler birbirlerinden tamamen kopuk olarak en az on iki yıl geçirmek durumunda kaldılar. Sürgün yolculuğu esnasında ve bunu müteakip ilk bir kaç yıl içinde sefalet şartları altında hayatını kaybeden Kırım Tatarlarının sayısına dair sürülenlerin verdikleri ve son yıllarda açıklanan çeşitli resmî Sovyet rakamları arasında büyük farklar vardır. Buna rağmen toplam insan kaybının 100.000 kişiden az olmadığı ve 18 Mayıs 1944’de sürülenlerin yarısına yakınının hayatını kaybettiği genel olarak kabul edilmektedir.
Sürgün yalnızca Kırım Tatarlarının pek çoğunun hayatlarını kaybetmeleri ve geride kalanların da yaşadıkları yerin cebrî olarak değiştirilmesi manâsına gelmiyordu. Sürgünle birlikte, adetâ böyle bir milletin hiç bir zaman mevcut olmadığını göstermek istercesine Kırım Tatarlarından kalan her türlü iz büyük bir hızla yok edilmeye başlandı. Kırım’da Kırım Tatarlarından kalan bütün mallar yağmalandıktan başka, pek az istisna ile Kırım’ın Türk-İslâm geçmişine ait hemen bütün tarihî binalar, abideler ve eserler yerle bir edildi. Bu meyanda (kısmen Hansaray’ın haziresi hariç) hiç bir yerde tek bir Müslüman mezarlığı dahi bırakılmadı. Kırım Tatarcasında yazılmış her türlü kitap ve yayın (bu dildeki bütün Sovyet neşriyatı da dahil olmak üzere) Kırım’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki diğer kütüphanelerden toplanarak imha edildi. Kırım’da (yalnızca özel sebeplerden dolayı Bahçesaray ve Canköy şehirlerinin isimleri hariç) Türkçe isim taşıyan yüzlerce şehir, kasaba ve köyün adı tamamen Rusça olanlarla değiştirildi. 1944’den 1980’lerin sonlarına kadar Sovyetler Birliği’nde fiilen “Kırım Tatar” sözünün kullanılması dahi yasaklandı. Ansiklopedilerden ve tarih kitaplarından Kırım Tatarlarına dair maddeler tamamen çıkarıldıktan başka, iç pasaportlarda ve hattâ nüfus sayımlarında bile bu ismin zikredilmesi yasaklandı. Diğer bir ifadeyle Kırım Tatarları resmî literatürde âdetâ geçmişte ve halihazırda mevcut olmayan bir halk haline getirildi. Kırım’da Kırım Tatarlarından boşalan yerlere ise 1944 yazından itibaren Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinden getirilen Rus ve Ukrain nüfusun iskânına girişildi. Kırım Tatarlarının sürülmesiyle Kırım’ın Sovyet usûlü muhtariyeti de mânâsız hale geldiğinden Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de 1946’da lağv edildi ve yarımada alelâde bir oblast olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. 1954’de ise, Ukrayna’nın “Rusya’ya katılmasının” 300. yıldönümü gerekçe gösterilerek, Ukraynalılara bir jest olarak Kırım oblastı Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. O dönemde Sovyetler Birliği’nin her noktası zaten tartışmasız bir şekilde Moskova’ya bağlı olduğundan teknik olarak hiç bir şeyi değiştirmeyeceği düşünülen bu “hediye”nin uzun vadeli neticeleri, Ukrayna 1991’de bağımsızlığını kazandıktan sonra görülecekti.
Sürgünün en ağır dönemlerinin geçmesinden hemen sonra, 1956’dan itibaren Nikita Hruşçov’un nisbî yumuşama politikasının da verdiği cesaretle Kırım Tatarları vatanlarına dönme taleplerini ortaya koymaya başladılar. Bu maksatla sürgün yerlerinde pek çok komiteler kurularak Sovyet hükûmetine hitaben sayısız dilekçeler halk temsilcileriyle Moskova’ya gönderildi. Tamamen kanunlara ve Sovyet rejiminin meşruiyet sınırlarına riayet edilerek yürütülen bu çabalar Vatan’a dönüş yönünde hiç bir olumlu neticeye ulaşamadıktan başka, bir müddet sonra ön plana çıkan Kırım Tatarları Sovyet rejiminin gazabına uğramaya başladılar. Artık bir “Kırım Tatar Millî Hareketi” teşekkül etmiş durumdaydı. Sovyet rejimine sadakatin teyid edildiği legal eylemlerin bütünüyle boşa çıkması üzerine Kırım Tatar Millî Hareketi teşebbüs grupları faaliyetlerini özellikle 1960’ların başlarından itibaren yeraltına indirmeye mecbur kaldılar. Yine kanun çizgisinin lafzına uygun, ancak yeraltı teşkilatlanmasıyla icra edilen bu mücadele, Kırım Tatarlarının bulunduğu her yerde ve büyük bir kararlılıkla yürütüldü. O kadar ki, Kırım Tatar Millî Hareketi, Sovyetler Birliği’ndeki bütün demokratik ve millî yeraltı hareketleri içinde en büyük ve güçlülerinden biri olma vasfını Sovyetler Birliği yıkılana kadar sürdürdü. Sovyet hükûmetine yöneltilen talepler giderek artan sayıda Millî Hareket mensubunun hapse atılması ve baskı altına alınmasıyla cevaplandırıldı. Ancak Kırım Tatar Millî Hareketi’nin faaliyetlerinin dış dünyanın da ilgisini çekmeye başlamasıyla, Sovyetler Birliği yönetimi en azından göstermelik bazı tavizler vermeye mecbur kaldı.
Nitekim, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti Prezidyumu 5 Eylül 1967’de yayınladığı bir kararname ile Kırım Tatarlarına haksızlık yapıldığını kabul ederek, bütün Sovyet yurttaşları gibi Sovyetler Birliği’nin her yerinde yaşayabileceklerini ilân etti. İlk bakışta, 1944 faciasının rehabilitasyonu olarak düşünülebilecek bu gelişmenin, bütünüyle bir aldatmaca olduğu anlaşıldı. Bir kere, kararnamenin dilinde konunun inceliklerine vâkıf olmayanların fazla üzerinde durmayacakları, ancak kritik ibareler kullanılmıştı. “Kırım Tatarları” tabiri yerine “Kırım’da eskiden yaşamış Tatar milletinden yurttaşlar” denilerek, 1944 sonrasının bir millet olarak Kırım Tatarlarını yok sayma siyaseti ustaca sürdürülmüş, bahse konu olanların “Tatar” milletinden (yani Kazan Tatarlarından) olup hasbelkader Kırım yarımadasında bir süre yaşamış münferit şahıslar oldukları ima edilmişti. Böyle bir durumda bir bütün olarak millî haklar değil, olsa olsa münferit kişilerin haklarının iadesi söz konusu olabilecekti. Ayrıca, esasta topyekûn sürgünün haksız olduğu kısaca belirtilmekle beraber, yine de bir çok Kırım Tatarının düşmanla işbirliği yaptığı özenle vurgulandığı gibi, Kırım Tatarlarının sürgün yerlerinde bütün ihtiyaçlarının temin edildiği ve hattâ onların buralarda “kökleştikleri” iddia edilmişti. Kaldı ki, Kırım Tatarlarının Sovyet sınırları dahilinde istedikleri “her yerde” yaşayabilecekleri teminatı da gerçek değildi. Kırım Tatarları “her hangi bir yerde” değil, Kırım’da yaşamak istiyorlardı, ama kararnameye eklenen ancak ilân edilmeyen bir metinde onların Kırım’da yaşamalarına izin verilemeyeceği kesin bir ifadeyle kaydediliyordu.
Nitekim, kararnameye güvenerek derhal Kırım’a hareket eden on binlerce Kırım Tatarının iskânına kesinlikle müsaade edilmedikten başka, bunlar çok şiddetli muameleye maruz kalıp ya hapse atıldılar ya da hemen cebren Kırım dışına çıkarıldılar. Gidenlerin başlarına gelenlere rağmen yeni aileler yine de yılmadan Kırım’a hareket ettiler; onlar da aynı vahşetle karşılaştılar. Böylelikle yeni bir eza ve zulüm süreci başlamış oldu. Bu durum Kırım Tatarlarının haklarını aramak için daha yoğun çabalara ve barışçı eylemlere girişmelerine yol açtı. Artık Sovyet yetkililerine gönderilen dilekçelerin yerini, milletlerarası kuruluşlara ve dünya kamuoyuna yapılan çağrılar aldı. Bu arada, gerek Kırım’da, gerekse Özbekistan’da Kırım Tatarları ile milis ve KGB arasındaki çatışmalar da yaygınlaştı. Bu çatışmaların en büyüklerinden biri 21 Nisan 1968’de Kırım Tatarlarının Özbekistan’ın Çırçık şehrinde meydana geldi. Bu gibi irili-ufaklı olayların arkası kesilmedi. Bu arada, Kırım Tatar Millî Hareketi de Sovyetler Birliği’ndeki belli başlı demokratik ve rejim aleytarı grup ve fertlerle doğrudan işbirliğine girişti. Her ne kadar söz konusu grupların hiç birisi genişliği ve sıkı teşkilatlanması bakımdan Kırım Tatar Millî Hareketi ölçüsünde güçlü değil idiyse de, bu işbirliği Kırım Tatarlarına seslerini dış dünyaya duyurabilme imkânını verdi.
1960’ların ikinci yarısından itibaren 1970’li yıllar boyunca Millî Hareket’in Reşat Cemilev, Mustafa Cemilev (Abdülcemil Kırımoğlu), İzzet Hayırov, Rollan Kadıyev, İsmail Yazıcıyev, Dr. Zamfira Asanova ve pek çok başkaları gibi lider ve öncülerinin davaları ve mahkûmiyetleri birbirini izledi. Bu gibi davaların sonucunda yüzlerce Millî Hareket mensubu hapis ve çalışma kampı cezalarına çarptırıldılar. Zulme maruz kalan Kırım Tatarları tepkilerini gösteriler, protestolar ve açlık grevleri ile gösterdikleri gibi, aralarında davalarını geniş kitlelere duyurabilmek için kendi canlarına kıyanlar da vardı. Milis tarafından ikinci defa Kırım’dan çıkarılmasını protesto eden Musa Mamut 23 Haziran 1978’de üzerine benzin dökerek kendisini ateşe verdi. Musa Mamut aldığı yaralardan dolayı beş gün sonra hayatını kaybeti. KGB’nin işbirliği yapması için büyük baskı altına aldığı İzzet Memedullayev ise kendini asarak hayatına son verdi. Bu arada, başka milletlerden olup da, Kırım Tatarlarının meselesine sahip çıkan ve hattâ bu uğurda mahkûm olan veya akıl hastahanelerine kapatılan ünlü şahıslar da görülmekteydi. Bunlar arasında Rus Aleksey Kosterin ve Prof. Dr. Andrey Saharov, Ukrain General Pyotr Grigorenko, Yahudi İlya Gabay, Ermeni Henrih Altunyan da yer alıyordu.
Kırım Tatar Millî Hareketi’nin ortadan kaldırılamaması üzerine, alışılagelmiş baskı uygulamalarının yanısıra, KGB aracılığıyla Millî Hareket içinde bölünmeler meydana getirmeye teşebbüs etmek, çok sınırlı sayıda Kırım Tatarının Kırım’da yerleşmesine göz yumarak geride de kalanların boş bir umutla sükûnet içinde beklemelerini temin etmek ve bir takım kısıtlı tavizlerle halkın sürgün bölgelerinde “kök salması”na çalışmak gibi teşebbüslere başvuruldu. Hattâ bir ara, 1980’lerin başlarında, Kırım Tatarlarına sürgün bölgelerinde iki kasaba çerçevesinde “sunî vatan” yaratma deneyi bile yapıldı. Bir taraftan Kırım Tatarlarının Kırım’a yerleşmelerine müsaade edilmezken, diğer taraftan, muhtemel bir dönüşü büsbütün imkânsız hale getirmek üzere, Kırım’a Slav unsurlar iskânına bilhassa 1967 sonrasında büyük hız verildi. Nitekim, hâlen Kırım’da yaşayan Rusların önemli bir kısmı bu tarihlerden sonra Kırım’a yerleşenlerden oluşmaktadır.
Kırım Tatar Millî Hareketi’nin mücadelesi ve Sovyet rejiminin tepkisi değişmeksizin 1980’lerin ortalarına kadar bu şekilde devam etti. Bu tarihe kadar Kırım’a yerleşmesine izin verilen Kırım Tatarlarının sayısı ancak on bin civarında kaldı. Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle ortaya çıkan değişim rüzgârlarının gerçek manâda ilk tecrübesini yapan yine Kırım Tatarları oldu. Moskova’daki Kızıl Meydan’ı 23-27 Temmuz 1987 tarihlerinde dört gün-dört gece işgal eden bini aşkın Kırım Tatarı bir anda bütün dünyanın ilgisini çekti. Bunun sonucunda Kırım Tatarlarının taleplerini incelemek üzere Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı Andrey Gromıko’nun başkanlığında bir devlet komisyonunun kurulduğu ilân edildi. Bununla birlikte, on bir ay mevcudiyetini sürdüren bu komisyonun da eski metotlara başvurması ve Kırım Tatarlarının aslî Kırım’a dönüş taleplerini yok sayarak, “sürgünde yaşadıkları yerleri benimsetmek” gibi boş işlerle uğraşması büyük hayal kırıklığı doğurdu. Bunu müteakip Gennadiy Yanayev ve Vitaliy Doguciyev başkanlığında kurulan devlet komisyonlarının faaliyetleri de farklı olmadı.
Millî Hareket ise tutumu belli olan devlet komisyonlarının hiç bir zaman gelmeyecek olan ihsanını beklemek yerine, halkı ne olursa olsun Kırım’a dönüşe teşvik etti. Böylece, 1988’den itibaren Kırım Tatarları büyük dalgalar halinde Kırım’a dönmeye başladılar. Dönenler yine mahallî idarenin engelleriyle karşılaşmalarına rağmen, toprak işgal ederek derhal derme-çatma evler kurmaya giriştiler. Bu evler milis tarafından defalarca yıkıldı ve sayısız çatışmalar vuku bulduysa da, artık Kırım Tatarları kesinlikle Kırım’dan çıkmıyorlardı. 1989 Nisan ayına kadar Kırım’a dönen Kırım Tatarlarının sayısı 40.000’e ulaştı. Kırım Tatar Millî Hareketi de yeni şartlara uygun bir teşkilatlanmaya girişti. Millî Hareket’in 29 Nisan 1989’da Özbekistan’ın Yengiyul şehrinde düzenlenen genel kongresinde, münferit teşebbüs grupları şeklinden çıkılarak merkezî bir teşkilat haline gelinmesi kararı alındı. Böylece “Kırım Tatar Millî Hareketi Teşkilatı” (KTMHT) resmen teşekkül ederek, başkanlığına da Millî Hareket’in tanınmış liderlerinden ve Sovyet rejimi tarafından yedi kere mahkûm edilerek 14 yılını hapiste ve çalışma kamplarında geçirmiş olan Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu getirildi. Bundan böyle Kırım’a dönmüş ve dönmekte olan Kırım Tatarlarının bu cereyanı tamamen KTMHT tarafından yönlendirilecek ve idare edilecekti. Millî Hareket’in aslî faaliyet sahası ve idarî merkezi de artık sürgün bölgelerinden Kırım’a taşınmaktaydı.
1989-1991 arasında Kırım Tatarlarının Kırım’a dönüş hareketi önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Dönenlerin teşkilatlı ve plânlı bir şekilde işgal edilen topraklara yerleşmesi, mahallî idarenin yıkım dahil olmak üzere pek çok tedbirlerine karşı direnilmesi ve karşılaşmakta oldukları diğer sayısız problemlere nispeten çözümler bulunması hususlarıyla KTMHT ilgilenmekteydi. Bu dönemde dönüşün önündeki en büyük engel iktisadî güçlüklerdi. Kırım Tatarlarının dönüşünü ve mücadelelerini mâlî açıdan destekleyen bir devlet ya da kurum olmadığından, çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin büyük bir sarsıntı içindeki ekonomisinden en çok Kırım Tatarları etkilendiler. Kırım’da fiyatlar sürekli olarak artarken, satmak istedikleri Özbekistan’daki evlerinin fiyatlarının son derece düşmesi ve Kırım’da onları bekleyen yokluk şartları Kırım Tatarlarını iktisadî açıdan çıkmaza sokmaktaydı.
Kırım Tatarlarının dönüşü ve Kırım Tatar millî muhtariyetinin tekrar tesis edilmesinin söz konusu olması Kırım’daki mevcut Rus çoğunluk tarafından büyük endişeyle karşılandı. Böylece Kırım Tatarlarının dönme süreci tamamlanmadan Rus çoğunluğun durumunu garantiye almak üzere, o ana kadar Kırım Tatarlarının talep edegeldikleri Kırım MSSC’nin yeniden kurulması fikrinin şampiyonluğunu bu sefer Kırım’daki milliyetçi ve komünist Rus çevreleri yapmaya başladılar. Ancak, bu seferki Kırım MSSC eskisi ile aynı adı taşımakla beraber bir millî (Kırım Tatar) muhtariyeti olmayacak, mevcut ahali çoğunluğuna (yani Ruslara) dayanacaktı. Muhtariyetin bu şekli Kırım Tatarları tarafından şiddetle reddedildiyse de, Kırım’da 20 Ocak 1991’de yapılan referandumun sonucunda, Ukrayna SSC Yüksek Sovyeti’nin 12 Şubat 1991 tarihli kararıyla Kırım Oblastı Ukrayna’ya bağlı Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürüldü. Kırım Tatarlarının hiç bir seviyede yer almadığı bu yeni muhtar cumhuriyet idaresi Kırım Tatarlarının dönüşüne karşı önceki olumsuz tutumu sürdürdü.
Mevcut bütün güçlüklere rağmen, Kırım’a dönen Kırım Tatarları bir taraftan evlerini kurmaya çalışırken, diğer taraftan da millî, dinî ve kültürel müesseselerini kurmaya başladılar. Bunun en önemlisi, yeni bir idarî yapı altına giren yarımadada Kırım Tatarlarının hukukunu korumak için Kırım Tatar Millî Parlamentosu olan Kurultay’ın toplanmasıydı. KTMHT’nin öncülüğüyle Kırım’daki ve sürgün bölgelerindeki Kırım Tatarları arasında yapılan seçimler sonucunda 26 Haziran 1991’de Kırım Tatar Millî Kurultayı Akmescit’de toplandı. Kurultay, mevcut Rus çoğunluk tarafından bir emrivâki ile kurulan Kırım MSSC’nin bu şeklini tanımayı reddederek, yayınladığı “Kırım Tatarlarının Egemenlik Bildirisi”nde Kırım’ın statüsünün ancak Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini tayin hakkına uygun olarak belirlenebileceğini ilân etti. Kurultay’ın iki yılda bir toplanacak olan genel birleşimleri arasında Kurultay yetkilerini kullanmak üzere 33 kişilik “Kırım Tatar Millî Meclisi”nin üyeleri de yine bu birleşimde seçildi. Yapılan seçim sonucunda “Kırım Tatar Millî Meclisi” Başkanlığına Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu getirildi. Kırım MSSC idaresi Kurultay’ı ve Millî Meclis’i tanımadıysa da, varlığını engellemeye de muktedir değildi. Kırım Tatar Millî Meclisi kısa süre içinde Kırım’ın her yerinde mahallî teşkilatlarını kurmayı tamamladı.
Ağustos 1991 darbesinden sonra Sovyetler Birliği’nin birlik cumhuriyetlerinin kopmaya başlaması ve nihayet 1991 sonunda Sovyetler Birliği’nin tamamen ortadan kalkması ile Kırım artık bağımsız bir devlet olan Ukrayna’ya bağlı bir muhtar cumhuriyet haline geldi. Ancak bu noktada Kırım’daki Ruslar, Kırım’ın Ukrayna’dan bağımsızlığını kazanmasını ve bunu müteakip derhal Rusya’ya katılmasını savunmaya başladılar. Aynı şekilde Rusya’daki milliyetçi güçler de Kırım’daki Ruslara açık bir şekilde destek veriyorlardı. Eski Sovyet Karadeniz Filosu’nun ana üssünün Kırım’daki Akyar’da (Sevastopol) bulunması, Kırım’ın statüsünü Ukrayna ile Rusya arasında günümüze kadar sürecek bir anlaşmazlık konusu haline getirdi. Kırım Tatar Millî Meclisi ise Kırım Tatarlarının iki yüzyılı aşkın bir süredir başlarına gelen felâketlerden Rusya’yı sorumlu tutarak, Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına (ve buna bir ön adım olarak Rusların hakimiyetinde bağımsızlık almasına) kesin olarak karşı çıktı ve ülkenin Ukrayna’ya bağlı Kırım Tatar millî muhtariyetini haiz bir cumhuriyet şekline dönüşmesi görüşlerini savundu. Öte yandan, Millî Meclis diğer ülkelerdeki Kırım Tatarlarıyla bağlarını sıkılaştırdığı gibi, dış hükûmetlerle temaslara girişmeye başladı. Bu meyanda, Millî Meclis başkanı ve temsilcileri başta Türkiye olmak üzere, çeşitli Avrupa ve eski Sovyet ülkeleriyle ciddî siyasî ve kültürel bağlar kurdular. Özellikle Türkiye’de yaşayan Kırım Tatarlarının ve Türkiye’deki diğer resmî ve sivil teşkilatların önayak olmasıyla, bir ölçüde de olsa Kırım Tatarlarına destek temin edilmeye başlandı. Bu destek her ne kadar sürgündeki yüz binlerce Kırımlının hepsinin vatana dönebilmesine ve Kırım’a dönebilen ancak son derece zor şartlar altında evsiz ve temel hayat şartlarından mahrum yaşayan on binlerce insanın ihtiyaçlarına yeterli olmasa da, kaydadeğer bir adım olarak önem taşımaktaydı. Nitekim Kırım Tatar dinî ve kültürel hayatında bir canlanma görüldü. Bütün güçlüklere rağmen, Kırım Tatar yerleşim yerlerinde camiler, okullar, millî kültür ve sanat teşekkülleri kurulmaya başlandı. Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın 1993’de toplanan II. Birleşim’inde Kırım Tatar dili için (Türkiye’de kullanılan alfabe esasında) Latin alfabesine geçilmesi kararı kabul edildi. Bu arada Kırım Müslümanları Dinî İdaresi de kuruldu.
Öte yandan Kırım’da mahallî iktidarı elinde bulunduran Rus milliyetçileriyle Kırım Tatarları arasındaki gerginlik sürerken, Kırım Tatarlarının vatana dönüş ve yerleşme meseleleri çözümsüz kalmakta devam etti. Rus milliyetçileri Kırım Tatarlarını Kırım idaresinin dışında tutmaya kararlı gözükmekle birlikte, Kırım Tatarlarının şiddetli tepkileri sonucunda geri adım atmak zorunda kaldılar. Kırım Cumhuriyeti parlamentosu olan Yüksek Sovyet 14 Ekim 1993’de seçim kanununda değişiklik yaparak 98 üyeli Yüksek Sovyet’de Kırım Tatarlarına 14 kişilik bir kontenjan ayırmayı kabul etti. 27 Mart 1994’de yapılan seçimlerde bu 14 sandalyenin tamamını Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın gösterdiği adaylar ezici bir çoğunlukla kazandı.
Bu şekilde Kırım Tatarlarının Kırım Muhtar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’ne girebilmeleri, onların mahallî Kırım siyasetinde çok daha tesirli bir rol oynayabilmelerine imkân verdi. Nitekim, çoğunluğu şoven ve komünist Rus gruplarının kendi aralarındaki şidditle çekişmeleri Yüksek Sovyet’deki Kırım Tatar Millî Kurultayı Grubu’nun pek çok halde anahtar rol oynamasını sağladı. Buna bağlı olarak, Kırım Tatarları sürgünden beri ilk defa mahallî hükûmette Başbakan Yardımcılıkları ve bakanlıklar dolayısıyla, bir ölçüde de olsa Kırım’ın idaresinde söz sahibi olmaya başladılar. Bununla birlikte, Kırım Tatarları için en hayatî meseleler olan halen sürgünde bulunan Kırım Tatarlarının vatana dönebilmeleri, Kırım’a dönmüş ancak perişan durumda olan on binlerce insanlara ev, iş ve bakım temini, onlara kolaylıkla Ukrayna yurttaşlığı verilmesi, Kırım Tatarlarının millî hukukunun Ukrayna ve Kırım anayasal sistemi zemininde teminat altına alınması, şu cümleden Kırım’a Kırım Tatar millî muhtariyeti verilmesi gibi hususlarda hiç bir ilerleme kaydedilemedi. Ayrıca, Kırım’da günlük hayatın her yönüne hakim olan mafya varlığından en fazla zarar görenler de Kırım Tatarlarıydı.
Kırım Tatarlarına Kırım Yüksek Sovyeti’nde tanınmış olan 14 kişilik kontenjan bir seferlik bir haktı. Nitekim, büyük ağırlıkla Kırım Tatar aleyhtarı güçlerin elindeki Yüksek Sovyet 1997 yılında bu hakkı yenilemeyi ve kalıcı hale getirmeyi kesin olarak reddetti. Kırım Tatarlarının infiali Kiev’den destek bulmadı. Hattâ, Ukrayna parlamentosu yıllardır bir türlü yurttaşlık verilmeyen yaklaşık 100.000 Kırım Tatarının da 29 Mart 1998’de yapılacak Ukrayna ve Kırım seçimlerinde oy kullanmalarına imkân vermedi. Bu durumda, Kırım Tatarlarının yarımada nüfusu içindeki oranlarının çok altında bir sayıda dahi olsa Yüksek Sovyet’e milletvekili sokabilmeleri fiilen imkânsız hale geldi. Böylece, yeni seçimlerle belirlenen Kırım Muhtar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti Kırım Tatar temsilcileri olmadan toplandı ki, bu şekilde Kırım Tatarları Kırım siyasetinden tekrar dışlanmış oldular. Yegâne teselli olarak, milliyetçi-demokratik Ukrayna Halk Hareketi (Ruh) Partisi’nden merkezden aday gösterilen Kırım Tatar Millî Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile yardımcısı Refat Çubar Ukrayna Yüksek Radası’na (parlamentosuna) girebildiler.
Doç. Dr. Hakan KIRIMLI, Bilkent Üniversitesi
Yaratılış destanı
Yaratılış destanı
Yaratılış destanı
Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Sadece Tanrı Kayra Han (Kuday)vardı, ancak yalnızdı ve canı sıkılıyordu, sudan gelen bir ses ona "yarat" dedi.O da kendi gibi birini yarattı ve ona kişi dedi. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı Kayra Han bir şey düşünmüyordu. O sırada Kişi, yeli bulup suyu dalgalandırdı. Kayra Han'ın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. Bana yardım et ! diye bağırıp Kayra Han'dan yardım istedi.
Tanrı Kayra Han izin verdi, Kişi su yüzüne boğulmadan çıktı. Sonra Tanrı, 'Sağlam bir taş olsun ! dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Kayra Han ile Kişi, bu taşın üzerine oturdular. Kayra Han, Kişi'ye Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kayra Han'a götürdü. Kayra Han, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken Yer olsun ! diye buyurdu.
Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Kayra Han, yine Kişi'ye Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Kayra Han'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Kayra Han'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Kayra Han'a uzattı. Kayra Han, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. Kayra Han'ın suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı Kayra Han'ın varlığını hissediyordu. O'ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: Tanrı ! Gerçek Tanrı ! Bana yardım et. Kayra Han, Kişi'ye Ağzındaki toprağı ne için sakladın dedi. Kişi, Kendime yer yaratmak için saklamıştım diye yanıt verdi. Kayra Han da, Öyleyse at ağzından ve kurtul dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Kayra Han, Artık sen günahlı oldun dedi, Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun.
Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Kayra Han, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun ! dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Kayra Han, Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz millet olsun ! dedi. Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Kayra Han'a gürültünün nedenini sordu. Kayra Han, Ben bir hakanım, sen de kendince bir hakansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim insanlarımdır ! dedi. Erlik, Kayra Han'dan bu insanları kendisine vermesini istedi. Kayra Han, Olmaz ! diye karşıladı; Sen git kendi işine bak !
Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Kayra Han bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: Tanrı bize o yandaki yemişlerden yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Doğanay (Törüngey) denilen erkeğe yaklaştı. Ona Kayra Han size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje), yanlarına geldi. Erlik, Doğanay ile Ece'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Doğanay, Kayra Han'ın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Ece dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Doğanay ile Ece'nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.
Kayra Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kayra Han, Doğanay ! Ece ! Doğanay ! Ece ! diye haykırdı, Neredesiniz ?. Doğanay ile Ece Ağaçların arkasındayız dediler, Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kayra Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. Şimdi sen de Erlik'ten bir parça oldun diyerek yılana verdi ilk cezayı. İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler ! dedi. Ece'ye döndü, Sen, Erlik'in sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın. Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, Karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös (Şeytan, Erlik) bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek. Kayra Han, Erlik'e de kızdı. Benim adamlarımı niçin aldattın ? diye sordu öfkeyle. Erlik Ben istedim, sen vermedin dedi, Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım. Kayra Han da, Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan Karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum diyerek Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğul'u (May-Tere) göndereceğim.
Gök Oğul, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, Gök Oğul'a yalvardı: Ey Gök Oğul, bana yardım et. Kayra Han'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana. Gök Oğul, Erlik'in dileğini Kayra Han'a iletti. Kayra Han aldırış etmedi. Gök Oğul, altmış yıl yalvardı.
Sonunda Kayra Han, Erlik'e haber gönderdi: Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin ! Erlik, söz verdi. Kayra Han'ın katına çıktı. Baş eğdi. Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım diye yalvardı. Kayra Han, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Kayra Han'ın en sevgili kullarından olan Ulu Kişi (Mandı-Şire), bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor. Ulu Kişi, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Ulu Kişi'yi kaçırdı. Ulu Kişi, Kayra Han'ın katına çıktı. Kayra Han, Nereden geliyorsun ? dedi. Ulu Kişi, Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı diye üzgün ve ağlamaklı yanıt verdi. Kayra Han, üzülmemesini söyledi. Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez dedi, Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in gücünden üstün olacak. Ulu Kişi'nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.
Gün geldi, Ulu Kişi güçleneceğini anladı. O gün Kayra Han, Ulu Kişi'yi yanına çağırdı. Var git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin dedi, Sana, kendi gücümden güç verdim. Ulu Kişi şaşırdı: Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?. Kayra Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.
Erlik, varıp Kayra Han'dan kendine yeni bir yer istedi. Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı dedi. Kayra Han, Erlik'i yerin altındaki Karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim dedi.
Bunun üzerine Erlik, Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim dedi. Kayra Han, Hayır, onları da sana vermeyeceğim dedi, İstiyorsan kendin yarat. Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yeryüzünü doldurdu. Sonunda Kayra Han, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kayra Han, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen, tüyü işe yaramayan Kurday denilen kuştur. Kayra Han, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.
Bu olanlardan sonra Kayra Han, insanlara Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim dedi. Yardımcı ruhlarına döndü: Gün Aşan (Şal-Yime); sen, içki içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri koruma. Benim için, bir de hakanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Kötü ruhlar size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ (YapKara), Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar; size yardımcı olacaklar. Ağca Dağ ! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi'ye söyle; o güçlüdür. Gün Aşan ! Sen de iyi dinle. Kötü ruhlar, yeraltındaki Karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen Gök Oğul'a bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar. Alma Ata (Bodo-Sungkü), Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Ulu Kişi, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. Gök Oğul, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Ulu Kişi, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret.
Sonra, Kayra Han uzaklaştı. Ulu Kişi, Kayra Han'ın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı: Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek. Bir yel geldi, Ulu Kişi'yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Ağca Dağ insanlara Ulu Kişi'yi Tanrı Kayra Han, yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Kayra Han böyle istedi dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.
https://tr.wikisource.org/wiki/T%C3%BCrk_Destanlar%C4%B1,_Efsane_ve_Mitleri
https://tr.wikisource.org/wiki/T%C3%BCrk_Destanlar%C4%B1,_Efsane_ve_Mitleri
ROMANYA TÜRKLERİ
ROMANYA’DA YAŞAYAN TÜRK VE TATARLAR HAKKINDA KISA BİLGİLER
Romanya’nın Tuna ile Karadeniz arasında bulunan Dobruca bölgesinde Romenlerle birlikte Türk asıllı ahali: Güney, yani Anadolu ve Rumeli Türkleri ile Kuzey, yani Kırım ve Bucak Türkleri-Tatarlar yaşamaktadır.
Çeşit türlü diyarlardan zaman zaman büyük kafileler halinde göçerek Dobruca’ya yerleşmiş olan Türk aşiretleri (Türkler ilk kez 1262 yılında Sarı Saltuk Dede zamanında; Tatar Türkleri ise XI. yüzyılın ikinci yarısından XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar) gelmişler ve kendileriyle birlikte çıktıkları diyarların şive, örf-adet ve gelenekleriyle birlikte, kendilerine çok zengin olan sözlü halk edebiyatı ürünlerini de getirmişlerdir.
Maddî ve manevî değerlerini içeren, yani düşünce, fikir görüşleri, inanç, din ve adetleri kapsayan yerel Türk kültürümüz oldukça zengin ve büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan hareket ederek, biz, önümüzdeki derslerimizde Romanya’da yaşayan Türk ve Tatarların kültür, düşünce ve zihniyet özellikleri üzerinde duracağız. Kültür, düşünce, inanç ve gelenek dedidiğimiz zaman bu iki toplumun yüzyıllar boyunca yarattıkları kendilerine has, özgün folklor ürünleriyle birlikte, onların gelenek, görenek içinde nasıl yaşadıklarını, bunları ne gibi şartlarda muhafaza ettiklerini de izleyeceğiz.
YÜZYILLAR BOYUNCA ROMANYA’DA YAŞAYAN TÜRK VE TATARLARIN GELENEK, ADET VE TÖRELERİ
Dobrucalı Türk ve Tatarlarda eskiden kalmış, saygın tutulmuş ve kuşaktan kuşağa iletilmiş olan geleneklere büyük değer verilmiştir. Bu geleneklere dayanan veya bunlarla ilgili olan eski adetler temelde toplum veya halkın yaşadığı hayatıyla doğumdan ölüme kadar geçen süre içindeki geçim şartlarıyla bağlıdır. Canlılıkları ve hareketleri, güzellik ve değişik olma nitelikleriyle bir toplumun yaşamasını sağlayan adetler zaman ve mekan içinde kişiye seslenmiş, kişi ise doğa ve çevre içinde bunları “ölümden” kurtarmış ve genellikle köy ve kasaba evlerinde, insanoğlunun yaşadığı yerlerde doğmuş, dallanmış, yeni kuşaklarla birlikte canlılığını yitirmemişlerdir.
Demek, insanların hayatını, iç dünyasını her zaman doğa, çevre ve din etkilemiş. İnsan-doğa-din ilişkileri ve deneme neticesinde doğan türlü gelenekler var olmuş. Bu nedenle, eski gelenekler ve adetler, alimler tarafından birkaç bölüme ayrılmıştır:
I. Türklerin sürdürdükleri hayatlarıyla ilgili adetler:
A. Yaptıkları işlerle ilgili olanlar
B. Hayatlarıyla ilgili olanlar
C. Dobruca Türlerinde ahlak ve kurallar
II. Dinî adetler:
A. Ramazan Bayram Adetleri
B. Kurban Bayram Adetleri
III. Dinî olmayan adetler:
A. Nevruz adetleri
B. Tepreş (Hıdırlez) adetleri
IV. Doğumla ilgili adetler
V.Düğün adetleri
VI. Ölümle ilgili adetler-merasimler
TÜRK VE TATARLARIN SÜRDÜRDÜKLERİ HAYATLARIYLA İLGİLİ ADETLER
A- YAPTIKLARI İŞLERLE İLGİLİ ADETLER
1. Çiftçilik: Dobruca Türklerinin birçoğu köylerde yaşar ve çiftçilik yapar. Onlar her türlü toprak ürününü yetiştirirler. Bostancılık, bağcılık, bahçecilik ve tütüncülük işleriyle uğraşılar.
Türklerin yaptıkları ve çifçiliğin ayrılmaz kolu saydıkları bir iş de koyun, keçi (eşkĭ), at ve büyükbaş hayvan yetiştirmektir. En çok sevip yetiştirdikleri hayvan da attır.
2. Ticaret: Kasabalarda yaşayan Türk ve Tatarların büyük kısmı ticaret, zanaat, esnaflık ve küçük bir kısmı da çiftçilik yapmakla geçimlerini sağlarlar.
Yaptıkları ticaret: bakkalcılık, dericilik, yemişçilik, sebzeciliktir.
Eskiden Köstence, Mangalya iskeleleri ile Tuna kenarındaki iskelelerde zahire ihracat yapmış büyük Türk tüccarları olmuştur. Şimdi bu ticaret yapılmaz.
3. El Zanaatları: Türk ve Tatarların köy ve kasabalarda işledikleri başlıca zanaatlar şunlardır: çarkçılık, kunduracılık, terzilik, berberlik, demircilik, marangozluk, araba ustalığı, kürkçülük, kasaplık, aşçılık, kahvecilik, nalbantlık gibi küçük el zanaatları ve esnaflıktır. Büyük şehirlerde, fabrikalarda, imalathanelerde işçi olarak çalışırlar. Son 40 yıl boyunca Dobruca’daki Güney Türkleri (Tatarlar) arasından öğretmen, doktor, mühendis, memur yetişenlerin sayısı çoktur.
B- DOBRUCA KÖYLERİ VE EVLERİ
1. Köyler: Dobruca’daki Türk ve Tatar köyelerinin evleri çoğunlukla geniş bahçe içinde ve birbirine uzak mesafelerde bulunur. Köy sokakları düzgün, temizdir. Köyler dere kenarına veya yakınına inşa edilmiştir. Görüntüleri güzeldir. Su ihtiyaçları çeşme veya 5-10 metre derinlikte bulunan kuyulardan sağlanır. Köyler, genel olarak birkaç mahalleye bölünür. Herbir mahallenin adı, hocası, camii, okulu, öğretmeni ve odası bulunur.
Köylerin evleri basık ve üstleri toprakla örtülüdür. Karışık ve sıktır. Köyün orta yerinde bir küçük meydan vardır, buna tuwar catagı denilir, buraya köyün bütün inekleri, at ve davarları toplanır ve buradan otlağa götürülür.
2. Evleri: Çitten ve kerpiçten yapılır. Az olsa da tuğla ve taştan yapılanlar vardır. Evlerde iki oda bulunur. Biri oturma ve yemek odası, diğeri misafir ve yatak odası. Bu iki oda arasında bir sofa bulunur. Her evin mutfağı/aşkanası evin ön cephesinde, bahçenin bir tarafındadır. Mutfağın yanında peş/peç diye bilinen ekmek pişirme fırını bulunur. Ekmek tandırda pişirilir. Tandırda tezek ve saman yakılır. Bunun yanında küçük minderler vardır.
Evlerin önlerinde çiçek bahçesi, arkasında ise kora adlı yemiş, sebze bahçesi bulunur. Genel olarak evler güneye bakar. Kapılar ve pencereler büyük değildir.
3. Evlerin iç döşemeleri: Tatar evlerinin iç döşemesi şöyledir: Dış kapıdan ayata girince karşı divanın dibinde birkaç ince minder, ayatın ortasında hasır veya kilim döşenir. Ayattan içeriye, yani kapının arkasından başlayarak hasır ve kilim döşenir. Kenarlarda, duvara dayalı yastık ve minder serilir. Bir sedir sandık üstüne örtülür, minderler ve yastıklar oturtulur.
4. Türk kıyfetleri: Türk kadınları ev içinde don (şalvar) ve uzun entari giyerler: başlarını şal veya marama ile örterler. Eskiden, sokağa çıktıkları zaman kara bir ferece veya çarşaf giyerlerdi. Bir erkek görünce yüzlerini kaparlardı. Tuna boyunda yaşayan Türk kadınları sokakta renkli don giyerler ve başlarına çizgili örtüyü alırlar. Ayaklarına kundura veya pabuç giyerler. Süslendikleri vakit boyunlarına altın dizileri takar ve başlarına oyalı ve ipek çember bağlarlar.
Kırım Tatarlarının giyinme tarzları başkadır. Erkekler don ve pantolon giyerler. Bellerine düz beyaz veya kırmızı yün kuşak sararlar. İhtiyarlar başlarına fes giyerler ve üzerine renkli kısa bir sarık sararlar. Kışın hırka, cepken veya ton giyerler. Ayaklarına çizme (etik), başlarına koyun derisinden yapılmış kalpak (börk) giyerler.
Tatar kadınları paşalı dedikleri uzun entari giyerler. Sonra ipek kenarlı gömleğinin üstüne uzun, dar, kollu, uzun etekli, göğsü açık, kenarları ipek veya sırmalı kumaştan dikilmiş bir entari giyerler. Buna kaftan denir. Yaşlı kadınlar başlarına marama, bayırbaş veya cülbez denen beyaz veya krem renkli ipekle işlenmiş ince ve zarif örtü koyarlar. Kadınlar bellerini gümüş düğmeli, sırma ile örülmüş kuşak bağlarlar. Buna Kavkaz kuşağı denir.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Kırım kıyafeti muhafaza edilmiş. Bundan sonra bu güzel kıyafet kaybolmuş. Zaman ilerledikçe modern kültür ve adetlerin yayılması ve genelleşmesi ile eski kıyafetler de değişmiş ve başka şekiller almıştır.
A- DOBRUCA TÜRKLERİNDE AHLAK KURALLARI
1. Ahlak kuralları: Bütün Türklerde olduğu gibi, Dobruca Türklerinde de aile teşkilatı, en yaşlı ve ihtiyar erkeğin, kartbaba, dedenin veya babanın idaresi ve otoritesi temeline dayanır. Bunlar bulunmadığı ailelerde hüküm ve otorite yaşlı kadınları, yani kartana, ninelerin veya analarındır. Bu ihtiyarlar sağ kaldıkça, çocuklar ve torunlar, çoğunlukla, bir arada, koranta karaldısında yaşarlar ve çalışırlar. Ana ve babalarının sağlığında evlenmiş gençlerin bile aile topluluğundan ayrıldıkları seyrek olan bir iştir. Buna Tatarlarda kazan ayırma denir. Bu bir merasime bağlıdır. Hoş karşılanmayan bir olay sayılırdı. Bu tutum eski bir adettir, zorunluluğun ve düşünüşün icabıdır. Aile sevgisi, dayanışması, ekonomisi ve menfaati bunu gerektirmektedir. Çiftçeiler için tarlanın geniş ve bol olması, at ve hayvan sürülerinin yüzlerce sayıldığı çağlardan kalma bir gelenek ve alışkanlıktır. Bu zenginliği, varlığı idare etmek için kol ve kafa kuvvetine ihtiyaç olan devirlerinden kalma bir adettir.
Bu düşünce ve alışkanlık geleneği içinde olan ailelerden meydana gelen toplulukları, köylerde yaşayan yaşlı ve ihtiyar erkekleri içerek meclisler tarafından idare edilirdi. Meclisin üyeleri köyün namuslu, şerefli, doğru, akılıl, okumuş, tecrübeli ihtiyarlarından seçilir. Meclisin kararına hiç kimse itiraz edemezdi.
2. Saygı kuralları: Dobruca Türkleri yaşlılara, ihtiyarlara, kartlara karşı kadın veya erkek olsun, çok saygı gösterirler. Misafirlikte, toplantılarda, evinin en iyi yerine (törüne) köyün hocası, öğretmeni, bunların yanına misafirler, bunların yanlarına da yaş sırasına göre yaşlılar otururlar. Gençler yaşlı erkek ve kadınların ellerini öperler. Gençler, genellikle, yaşlı kişilerin yanında bağırıp çağıramazlar, yüksek sesle konuşmaz ve gülüşmezler, sigara ve içki içmezler. Toplantılarda arka sıralarda otururlar. Ayakta kalanlara kalkıp yerlerini verirler. Söz sırası gelmedikçe konuşmaz, konuştukları zaman ise yaşlılara karşı saygı ve nezaket göstererek konuşurlar.
Dobruca’daki Türk ve Tatarlar adet ve geleneklerine bağlıdırlar. Muhafazakar ve dindardırlar. Halk dilinde yaşatılan atasözleri bunlar arasında en kuvvetli vecizeler ve prensipler olarak saygı görür ve yaşatılır: Kartlar sözü, kitap sözü, derler. Doğruluğu, komşuluğu, ciddiliği sever ve takdir ederler. Çalışkan oldukları için tembelleri sevmezler.
Türk toplumu toplu halde kadın ve erkek bir arada eğlenmeyi, millî müzik ve oyunlarda neşelenmeyi severler. Akrabalar ve dostlar, kış mevsiminde, kendi aralarında ziyaretler tertip ederler. Kasım ayından Mart ayına kadar süren dört ay, kış mevsimi, çiftçi köylülerinin işsizlik, rahatlama, misafirlerleşme ve evlenme mevsimidir.
İlkbaharda tarlalar sürülür, tohumlanır; mısır, bostan ekimleri; toprağın çapalanarak yabanî otlardan temizlenmesi, koyunların kuzulaması, kırkılması, kısrakların kulunlaması, ineklerin buzağılaması gibi köy işleri başlar. Bu işlerden dolayı köylülerin hiç boş vakitleri yoktur. Ancak kış mevsiminde eğlence, toplantı, düğünler yaparlar. Dobruca Türklerinin bu güzel, iyi ahlâk ve saygı kurallarının bazıları hala daha muhafaza edilir. Millî vasıflarını ve karakterlerini korumak ve kurtarmak, bunun gibi geleneklerinin büsbütün yok olmadan korumak için en gerekli ve faydalı tedbirlerinin alınması gerek.
II. DİNÎ ADETLER
A- RAMAZAN BAYRAMI
Din, insan ve cemiyetin temel kavramlarından biridir. Tarihin her döneminde etkin bir güç olarak kendini göstermiştir. Her kültür ve medeniyetin (uygarlık) kendine mahsus bir din anlayışı ve tatbikatı olmuştur. Mesela, İslam dinini kabul eden Türk halkları için (X) din Allah tarafından konulan ve peygamberler vasıtasıyla akıl sahibi insanlara tebliğ edilen, onlara dünya ve ahiret saadetinin yollarını gösteren bir müessese olarak tarif edilmiştir. İslam dinine inananların iki kutsal bayramları vardır: Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı.
1. Ramazan Bayramı adetleri: Küçük Bayram veya Şeker Bayramı olarak bilinen Ramazan kamerî ayların dokuzuncusudur. Müslümanlarca en mübarek sayılan aydır. Zira Kur’an-i Kerim bu ayda nazil olmaya başlamış ve her Müslümanın bu ayda oruç/oraza tutması emredilmiştir. Kelimenin kök anlamı hakkında çeşit görüşler vardır: çok sıcak olmak, çok ısıtmak, yakmak vb. Ramazan kelimesinin Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden olduğu ve “günahları yok edici” anlamına geldiği de rivayet edilmektedir.
Müslümanlarca mübarek sayılan Kadir Gecesi de bu aydadır. Oruç açmaya yemeye iftar; yatsı namazından sonra Ramazan boyunca kılınan 20 rekatlık namaza teravih denir. Gecenin sonuna doğru kalkıp yenilen yemeğe sahur/temeş denir. Bereket, rahmet ayı olan Ramazan İslam aleminde büyük ir saygı ile karşılanır. Eskiden beri Müslümanlar bu ayda ibadet ve inançlarını arttırırlar.
2. Dobruca Türk ve Tatarlarının halk edebiyatında Ramazan: Dobruca Türklerinin hayatında geniş bir yeri olan Ramazan ve bununla ilgili gelenek, inanç, günlük hayat, ibadet, folklor sahalarında zengin bir kültür birimine sabep olmuştur. Halk şairlerimizi, ozanlar, kedaylar bu ayı vesile bilerek birçok şiirler icat etmiştirler. Bunların en güzel örnekleri şunlardır: Şeremezan, Elvida, Sarı Eşkĭ/Keçi, Ey Şuwal, Teravi Cırı ve başkaları.
Şeremezan (Şehr-i Ramazan): Ramazan ayının 15. gecesine kadar, teravi namazından sonra, gece yarısında gençler, guruplar halinde, ev ev yürüyerek Şeremezan söylüyorlardı. Şeremezan söylemek Ramazan ayının doğduğunu haber eder ve müminleri dua yapmalarına teşvik ediyordu.
Şeremezan ayları tuwdı ferman
El köterĭp duwa kılmak canga derman.
Ol Muhammed Mustafa’ga bĭzden selam.
Ya, Muhammed, Medine’de ya, Şeremezan.
Elvida/Elveda: Ramazan ayının son haftalarında, iftardan sonra söylenirdi. 10-15 genç evleri dolaşır ve güzel bir sesle Elveda’yı okurlardı.
Konuk idin bize bir ay
Şimdi bizi terk ittin.
Zikir, tesbih hem teravi
Elveda: artık gittin.
Teravi, Temeş gibi şiirler de 1935-1950 yılları arasında Dobruca’da Tatarların yaşadığı köylerinde Ramazan ayı boyunca, daul, zurna eşliğinde, müminleri temeşe yani sahura uyandırmak için söylenirdi.
4. Ramazan Bayramı mani ve türküleri: Ramazan’ı şenlendiren diğer bir şiir türü de Ramazan türküleri ve manileridir. Dobruca Türklerinde bayramın ilk günlerinden başlayarak son günlerine kadar eskiden mani/mane ve türkü yırlamak adeti vardı. Söylenilen mani ve türküler içinde tarihî, siyasî, edebî gibi pekçok özelliğe açıklık getiren mısralar vardır. Eski gelenekleri, zevkleri, eğlenceleri anlatan Ramazan türküleri ve manileri Türk ve Tatar folklorcular tarafından derlenmiş ve ayrı eserler içinde yayımlanmıştır. (Ahmet Naci Ali Cafer, Mehmet Ali Ekrem, Enver ve Nedret Mahmut)
Ramazan manilerinden iki örnek:
Karadeniz boyunda
Kalaylarız kazanı
Ey kız, senin derdinden
Tutmadım Ramazan’ı
Geldi mah-ı Ramazanım
Şad oldu sevindi canım
Ramazan-ı şerefiniz
Mübarek olsun sultanım
Türkü
Ne uyursun, ne uyursun
Şu uykudan ne bulursun?
Al abdestin, kıl manazı
Cennet-Ala’yı bulursun.
İşte geldi Ramazan ayı
Hazırlayın maramayı
Alla kabul eder bu ay
Okunan her bir duayı.
Sadece Ramazan ayında okumak üzere Dobrucalılarda ilahiler de mevcuttur. Camilerde okuann ilahiler genelde ağır ve sanatkarane eserlerdir. Bunlarda bulunan hareketlilik ve canlılık özel bir unsurlar ile ele alınmıştır. İlk on beş gecede okunanlar Merhaba, daha sonra okunanlar ise Elveda nakaratını taşır.
A- KURBAN BAYRAMI ADETLERİ
Kurban Bayramı kutlamaları: Dinî bakımdan çok önemli olan ve türm Türk halkları tarafından kutlanılan ikinci bayram Kurban Bayramıdır. Büyük Bayram diye de bilinen ve kutlaması dört gün süren bu kutsal bayram da Dobrucalılar tarafından büyük bir saygı ile karşılanır.
Herkes bu bayramda dinin buyruğunu yerine getirmek için kurban keser ve yoksullara dağıtır. Kurban edilecek hayvanlar birkaç gün önce hazırlanır. Kurbanlar “ölüler” için ve “diriler” için olarak bayramın ilk günü, hoca dua ettikten sonra kesilir. Ölüler için kesilen kurbanın hepsi yoksullara, dul kadınlara, kimsesiz ailelere dağıtılır. Diriler için kesilen kurban ise ev sahibine kalır.
Mübarek bayramın ilk günü çocuklar ellerinde torbalarla ev ev gezerek bayramı kutlar ve ev sahiplerinin, yaşlıların ellerini öperler. Torbalarına meyve, para, şeker, ceviz, elma koyarlar.
Bayram günleri ölüler ziyaret edilir, para, yiyecek dağıtılır, sonra bayramlaşmak veya bayram kutlumak için akrabalar, dostlar, birbirlerini ziyaret eder, eğlenir, neşeli sevinçli bir ortam içinde bayramı tebrik ederler.
Dobrucalı Türk ve Tatarların adetlerine göre, bu iki bayram için her aile özel yemekler hazırlar, çocuklar için yeni elbiseler satın alınır; şeker, kahve, meyve gibi tatlılar da her bir ailenin evinde bol bol bulunur.
III- DİNî OLMAYAN (LAİK) ADETLER
1. Nevruz/Nawrez: Farsça nev “yeni” ve ruz “gün” kelimelerinin birleşmesinden oluşur. Yeni yıl demektir. Eksi İran takvimine göre “yılbaşı” baharın başlangıcı olup aynı zamanda bayramdır. Nevruz/Nawrez Mart ayının 21. gününe tesadüf eder. Bu gün gece ile gündüz eşit olur.
Türk topluluklarında, bu sırada Dobruca Türk ve Tatarlarında, bu bayramla ilgili olarak çeşitli gelenekler meydana gelmiş ve bunların bir kısmı halen yaşamaktadır.
Kıştan kurtulma ve bahara kavuşma günü olarak karşılanan nevruz, Dobrucalılar arasında da çok eskiden beri bazı merasim ve adetlerle kutlanan günlerden biridir. Eskiden, nevruz günü yaklaşırken hazırlık yapılır, evler temizlenir, yeni elbiseler alınır ve en önemlisi kırlara çıkılırdı. Kırlara çıkma adeti bugün aynı şekilde devvam ettiğini görüyoruz. Dobrucalıların en çok çıktıkları yerler Asanşı, Nurbat ormanlarıdır. Cemaat yiyecek, içecek getirir, çalgıcılar toplanır, çocuklar çeşitli oyunlarla nevruzu neşe, eğlence dolu bir bayram günü gibi kutlarlar.
İran ve Türk edebiyatında çok önem verilen nevruz gününün doğşu hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlere göre:
- Hz. Nuh’un tufandan sonra gemiden inip yere bastığı gün nevruzdur.
- Hz. Yusuf’un atıldığı kuyudan çıkarıldığı gün;
- Hz. Musa Kızıl Deniz’den nevruz günü geçmiş;
- Bir balık tarafından yutulan Hz. Yunus, bu gün karaya bırakılmış.
Türklerin bir rivayetine göre onlar Ergenekon dağlarından bu gün çıkmışlar ve bunu bayram olarak karşılarlar.
2. Dobrucalıların halk edebiyatında Nevruz: Dobrucalıların eski halk edebiyatında mevsimleri, bayramları, toplum hayatında önem verilen günleri şiirlerle karşılandığı, dörtlüklere, türkülere, beyitlere bunların konu edildiği görülür.
Nevruz’da baharın gelişi münasebeti ile söylenen şiirlere Nevruziye denirdi. Dobrucalılarda mevcut olan nevruz türküleri genellikle, tebrik maksadını taşırlar.
Tatarlarda ilkbaharı müjdeleyen çiçeğinin adı akbardak olsa bile, onlar da Türkler gibi nevruz çiçeğine nawrez derler. Adetlerimize göre, bu münasebetle, üç gün boyu çocuklar, gençler ellerine nevruz çiçeği –nawrez- ve yeşil dallar alarak, ev ev dolaşarak nevruz türküleri/cırları söylerlerdi. Bol hediyeler ve para toplayarak, bunları hayrat için kullanırlardı.
Nevruz türküsünün birkaç şekli halen halk arasıda yaygın olduğunu görmek mümkündür. Burada pek yaygın olan bir dörtlüğünü Türkçe, başka bir şeklini de Tatarca sunuyoruz:
Nevruz Türküsü
Bismillahi vessafa
Fahri alem Mustafa
Ümmetine kıl vera
Haza nevruzum mübarek
Nawrez Cırı
Nawrez keldĭ körĭñĭz
Körĭmlĭgĭn berĭñĭz
Cennet bolsın cerĭñĭz
Aza, nawrezĭm mübarek
Nakarat gibi tekrarlanan dizi Türk ve Tatarlarda ayni olduğunu fark etmek mümkündür.
4. Hıdırellez/Kıdırlez adetleri: Dobruca Türk-Tatarlarında Hıdırellez/Kıdırlez veya Tepreş adını taşıyan gelenek 6 Mayıs gününde uygulanan sayılı günlerden biridir. Takvimî bilgilerde bu güne Ruzî Hızır denir ve yaz mevsiminin başlangıcı sayılır. Eskiden mevsimler yaz ve kış olarak iki dönemli olduğu bilinirdi. Yaz, 6 Mayıs ile 7 Kasım tarihleri arasında 186 gün, kış ise 8 Kasım ile 5 Mayıs arasında kalan 179 gün sürer.
Hızır kelimesi sözlükte yeşillik, çayır, çimen, yeni yetişen fidan manalarına gelir. Bu sebeple Hızır, yani Hıdırlez/Kıdırlez yeşillik günü demektir.
Hıdırlez çok eskiden gelen bir gelenektir. Günümüzde de canlılığını koruyan bu adete göre bu günde Hızır Peygamber ile İlyas Peygamber buluşur ve onların bastıkları yerlerde yeşillik hasıl olur. Bu buluşma baharın başlangıcını oluşturduğundan bir bayram olarak ele alınmıştır.
Dobrucalılar bu günde önce ölüleri ziyaret eder, yoksullara para dağıtılır, dua okutulur, sonra Nurbat veya başka yerde bulunan kırlara ve ormanlara çıkıp, yiyip eğlenir ve keyiflenirler. Bir gün önce kadınlar Tatarlara has olan kalakay, köbete, cantık hazırlar ve bunlar dost ve akrabalarla birlikte yiyilir. Neşeli ve hoşça vakit geçirilen bir bayram günüdür.
3. Sabantoy/Saban düğünü adeti: Sabantoy, Ey Şuwal, Cawın Cırı/Yağmur Türküsü gibi eski, geçmiş yıllarda toplum tarafından uygulanan gelenekler ve geçmiş adetler hakkında bilgileri bugün halk edebiyatımızda mevcut olan türküler, cırlar, maniler iletmiştir.
Sabantoy/Saban Düğünü geleneğini iki kıtadan oluşan bir türkü hatırlatır. Türkü hepimize bu günü selamlar. Tarlayı ekilir duruma getirmek için yapılan işlere bağlı olan saban düğünü kıvanç ve hizmet, çalışma gününü temsil eder. Düğün ise türkü, mani söyleyerek zevk ve şenlik içinde geçer.
Ambarlar tarlalardan toplanan ekinlerle doldurulduktan sonra, kır işleri sona ermiş ve köylüler memnunluk içinde yaşadığı mübarek günleri tören yaparak kutlamışlar. Dobruca Tatarlarında Ey Şuwal/Hey Kapşık adeti işte bu günlerde var olmuş. Eskiden bu geleneğin Dobruca’da nasıl uygulanırdı: birkaç delikanlı ev ev gezerek Ey Şuwal türküsünü yırlarmış. Bir genç başına bir şuwal/kapşık giyer, toprak üstüne yuvarlanır ve türlü türlü hareketler yaparak kişileri güldürür, eğlendirir, hoş ve güzel saatler yaşanırdı.
Evcil hayvanlar bakma ve yetiştirme işi ile ilgili olan bu adeti Sarı Eşkĭ/Sarı Keçi ve Sıyıldamay yırları hatırlatır. Bu türküler bahar aylarında, hayvanlar yavruladıkları haftalarda erkek çocuklar tarafından söylenirmiş. Ramazan aylarına rastlayan yıllarda Şeremezan, Elvida ile birlikte bu iki türkü de yırlanırmış.
5. Yağmur duası ve geleneği: Kuraklık zamanlarında yağmur yağması için halkın topluca Tanrı’ya yalvarması geleneği de Dobruca Türklerinde önemli adetlerden birini oluşturur. Yağışsız geçen yaz aylarında, cemaat, okul çocukları ve gençler yağmur duasına çıkarlardı. Dua, ekseriyetle mezarlıkta, kırda veya da cami avlusunda uygulanırdı. Başka dinî adetlerimizde olduğu gibi, yağmur duasında okunan dualar Arapça söylenirdi. Mesela, bütün cemaatin hep bir ağızdan, ilahi şeklinde söylemiş olduğu bir duanın girişi, bir mukaddime şeklini alır ve:
Mevlaye salli ve sellim dahi men ebeda,
Alâ habibike hayril halki küllihimi...
Hocalar ellerini kaldırarak dua okudukları zaman, çocuklar avuçlarını, her duada olduğu gibi, yukarı doğru açmaz, tam tersine, ayarı yumulmuş elleri yere, toprağa doğru tutarlar. Bunun manası da yağmurun yere yağmasını belirten dileklerini ifade etmiş olurdu.
Bu duadan sonra herkes evden getirdikleri içecek ve yiyecekleri bir yere toplar ve sofrayı birlikte yaparlardı. Sofra duası da okunduktan sonra herkes memnun bir tavır alır ve evlerine dönerlerdi.
Dobruca’nın bazı köylerinde yağmur duasının başka bir şekline rast geliriz. Sütkadım diye bilinen bu adet ekseriyetle 10-12 yaşlarında erkek çocuklar tarafından uygulanır. Çocuklar, akşama yakın saatlerde, türlü renkte el işlemeleriyle süslenmiş bir ağaç dalını ellerine alarak, ev ev gezerek Sütkadım türküsünü söylerler. Yır bittikten sonra ev sahibi çocukların üzerine su atar ve para, meyve hediye ederlerdi.
Eski çağların gelenek, örf ve adetleri ölçüsüz derecede güzel, çekici, alımlı ve güçlü nitelikler taşıdığını görmekteyiz. Halkımız tarafından yaratılan ve ona özgü düşünce ve gelişme süreci içinde var olan ve uygulanan tüm bu adetleri korumak ve onların bütünlüğünü sağlamak gerekmektedir.
VI- DOĞUMLA İLGİLİ ADETLER
1. Doğum öncesi adet ve gelenekleri: Dobrucalı Türklerin doğumla ilgili töre ve adetleri diğer Türk halklarının adetleriyle aynı veya çok az farklıdır. Bir kadın evlendikten sonra anne olacağını duyunca büyük bir merak ve telaş içinde yaşar. Doğacak bebek için o anne ve yakın akrabalarıyla birlikte elbiseler hazırlamaya başlar. Her türlü iç giyim eşyası, elbise, libas, hafif ve türlü biçimlerde terlik, çeşitli ipliklerden örülü çorap, başı korumak için ince kumaştan ve çoğunlukla yarı yuvarlak biçimde hazırlanan takke ve yeni doğan bebekler için gerekli olan tüm eşya hazırlanır. Elbiseler genellikle, beyaz ve kırmızı olur. Kızlar için kırmızı, erkek çocuklar için mavi renk seçilir.
Günümüzde en önemlisi çocuk için ad bulmaktır. Anne, baba, akrabalar birkaç ad teklif ederler, ancak beğenileni seçilir. Bazen çok yakın akrabaların adlarının taşınması da uygun görülür.
Eskiden, kadın evde doğum yapardı. Ona ebe veya ebenay yardım ederdi. Günümüzde annler yavrularını hastanede doğuruyor. Eve gelince çocuk hemen bir komşuya veya akrabaya götürülür. Sanki onu satın almış gibi bu akrabaya çocuğun annesi para verir. Sonra kendi evine gelir. Bu çok eski bir gelenektir.
Hamile kadın doğuma yakın bir zamana kadar çalışır, ancak ağır işler yapmaz. Doğum sancıları başlar başlamaz aile üyeleri sevinir ve heyecanla çocuğun doğmasını bekler.
2. Doğum sonrası adetler: Bir kadın doğum yaptıktan sonra 40 gün evden çıkmaz. Loğusa olarak evde kaldığı zaman o kırk gün, her akşam, bebeğini yıkar. Bu yıkamada sabun, şampuan gibi malzemeler kullanılmaz. Sadece yumurta, zut ve ılık su ile yıkanır. Ömrü uzun, zengin ve şanslı olması için ilk yıkanma suyuna altın, para, yün ve yumurta kabuğu konur. Bunların anlamları şunlardır: Yumurta kabuğu gibi mikroplara karşı dayanıklı olma dileği; altın ve para ise zenginlik ve şanslı olma anlamına gelir; yün ise uzun ömür, yaşama dileğini arzeder.
Kırk gün sona erdiği zaman, anne kırk günlük çocuğu ve iki yaşlı kadınla (kaynana, anne veya akraba) kırklama denen işleme başlarlar. Yani anneyi yıkarlar. Yıkayanlara hediye olarak çember, başörtüsü veya maraba verilir. Kırklama tamam olduğunda anne ilk kez çocuğunu gezmeye çıkarır. En uzak mesafede bulunan bir akrabanın evine gider. Akrabalar en küçük konuklarını hediyelerle bekler.
Dobruca Türk ve Tatarlarında doğumla ilgili ad takma, loksa cıyın/loğusa şenliği ve tĭş müsĭr/diş misir gelenekleri mevcuttur.
3. Doğum sonrası adetler: Doğum yapan kadın ve bebeği kötü ruhlardan korumak maksadıyla halk tarafından bazı inanç ve ırımlar yaratılmıştır. Bunların şeytan, peri, albastı, al karısı gibi ruhlarla ilişikileri vardır.
Albastı: Halk inançlarına göre, bu varlık yeni doğan bebeği ve anneyi öldürürmüş. Bu nedenle onlar evde tek başlarına bırakılmamalıdır. Albastılar yalnız Kur’an’dan korkarlarmış.
Peri: Doğaüstü güçleri olduğuna inanılan ve dişi bir varlık olan periler, Türk folklorunda iyiliği temsil eder. Dobruca Türklerinde ise kötülük yapan varlık olarak geçer. Bu inanca göre, periler loğusanın yanına sadece gece gelir ve evde tek başına kalan ane ve bebeğe musallat olur. Yine, başka bir inanca göre periler loğusa kadınların omuzlarına konar ve bunlara sonsuz ve çeşitli işkenceler yaparmış. Anneyi istediği yerlere götürür. Anne ise onlara karşı hiçbir şey yapamaz veya karşı koymaya gücü yetmez. Bu işkence ancak odaya veya annenin yanına elinde Kur’an olan biri girerse, o zaman bitermiş. Eğer de hiçbir kimse gelmezse, işkence sabaha kadar devam eder ve kadın sağ bırakılırmış. Periler sadece yeni doğan çocuğu kaçırır ve sonradan ciğerlerini söküp öldürürmüş.
Al karısı da loğusalara musallat olan ve onları boğduğu sanılan bir yaratıktır. Ancak kötülük saçan bu ruhlara karşı halk çeşit çeşit önlemler almıştır. Bunların etrafında şu inançlar söylenir: Nogay Türkleri perileri aldatmak için çocuklara gizli bir ad koyarlarmış. Sahte adı yüksek sesle söyler ve periler aldanırmış. Diğer bir inanca göre erkek çocuklarının saçları uzun bırakılır ve kız elbisesi giydirilirmiş. Kızlara ise erkek muamelesi yapılır ve böylece bebekler kötü ruhlardan korunurmuş.
V- DÜĞÜNLE İLGİLİ ADETLER
Düğün/Toy öncesi adetler: Dobruca Türklerinde evlenme dolayısıyla yapılan töre ve eğlenceler sevinçli ve telaşlı bir kalabalık içinde geçer. Aile kurma etrafında doğan adet, gelenek ve merasimler tüm bu eğlence, sevinç ve töreleri yansıtır. Evlenmelerde, kız anaları, gelinlik çağına yaklaşan kızına, eş olarak, yakışıklı damadı bekler. Oğlan anaları da oğluna güzel, çalışkan bir kızı arar. Evlenmelerde erkeğin ve kızın fikrine bakılır.
Kız seçimi; kız isteme; nişan töreni gibi gelenkler düğün/toy öncesi uygulanan en eski ve değerli vasıfları taşırlar.
1. Kız Seçimi: Evlenme yaşına gelen kız ve erkekler, düşüncelerini, aracıların yardımıyla ailelerine bildirirler. Aile, yani ana, baba ve yakın akrabalar, oğullarına hayat arkadaşı olabilecek kızı araştırırlar. Kız evi de delikanlı hakkında gizli araştırmalar yapar.
Adet üzerine kız ve erkeğin seçiminde soy ve sülalenin araştırılmasına özen gösterilir. Yedinci kuşağa kadar inen akrabalar arasıda evlilik yasaktır. İki gencin evlenmelerini yakın akrabalarla görüşüldükten sonra, kesin bir karar alınır. Beğenilen kızı istemek için işe başlanır.
2. Kız İsteme: Söz kesme, söz bir Allah bir gibi adlarla bilinen bu adet kızın seçiminden sonra başlar. Bu işi kadınlar hem erkekler yapar. Delikanlının tarafından yakın akrabalarından bir-iki dünürcü/cawşı, kızı istemek için onun evine gelirler. Kısa bir sohbetten sonra: “Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle kızınızı oğlunuza münasip bulduk, siz ne dersiniz?...” denerek kız istenir. Aynı zamanda gencin hüner ve başka nitelikleri sıralanır. Daha sonra erkekler bir yerde toplanarak gelin için başlık parası ve süt hakkı isterler. Tüm bu adetler uygulandıktan sonra genç evinin uygun bulduğu bir günde nişan günü de ayarlanırdı.
Demek, söz kesiminden sonra nişan töreni/nışan toy hazırlıkları yapılır. Söz kesilmede yani söz bir Allah bir’in belirtisi olan küçük hediyer verilir, sonra sofraya buyur edilirler. Kız tarafından olumlu veya olumsuz cevabı getirecek dünürcüleri delikanlının ailesi büyük bir sabırsızlıkla bekler. Hatta onları kapıda biri gözetler. Geldiklerini görünce haber eder ve bu müjde için bahşiş alır.
Kız isteme/dünürcülük/cawşılık geleneği eskiden Tatarca yazılmış olan tiyatro eserlerine konu olmuştur. Mesela, Necip Hacı Fazıl Cawşılık/Dünürcülük adlı sahne oyununu 1931 yılında yazmış ve bu adetin tüm güzel yönlerini tasvir etmiştir.
3. Nişan töreni: Nişan töreni veya düğünü için hem kız, hem de gencin evinde hazırlıklar başlar. Bu törene katılanların sayısı büyüktür. Akrabalar, komşular, kız tarafından gelen misafirler ve yakınları katılır. Nişan töreni kızın ve delikanlının evinde yapılır. Delikanlının ailesi kıza, ana babası ve yakın akrabalarına bir bokça ile satuw/satış hediyeleri gönderir. Kız için hazırlanan hediyeler içinde gelinlik, iç çamaşırı, dış giysileri, ayakkabı, pabuç, takılar bulunur. Kızın annesi bokçadaki hediyeleri komşularına, akrabalarına gösterir. Sonra o da güveye, baba ve annesine, akrabalarına birkaç hediye gönderir. Güvey ve gelinin yakınlarına verilecek armağanlarının üzerine bunların adları yazılır.
Sofraya oturulur. Mevlid ve Kur’an’dan dualar okunur. Hocanın gelmesi şarttır. Eskiden kızın evinde cantık adlı bir hamur aşı hazırlanırdı. Bunlar gelen misafirlere ikram edilirdi.
Düğüne iki üç hafta kala resmi nikah yapılır. Bu törene katılanlara tatlı ikram edilir. Bu nikahtan sonra gençler evli olarak geçerler.
Eski yıllarda, nişan ile düğün arasına kurban bayramı rast geldiği zaman, gelinin evine kurbanlık güzel, renkli ipliklerle süslenmiş bir koç hediye edilirdi. Eğer de nişan ile düğün arasında bir zamazan bayramı kutlanırsa, o zaman kız marama, çember, etek, gömlek, çorap , ayakkabı, kahve ve başka şeyler kabul ederdi. Kızın ailesi de güveye iç çamaşırı, gömlek, ayakkabı, mendil gönderirdi.
V. DÜĞÜNLE İLGİLİ ADETELR
Düğün günü adetleri: Tatarlar düğüne toy derler. Toy, toymak-doymak fiilinden yapılmış bir isimdir. Çünkü, adet olarak, düğünlerde çok yemek hazırlanır, yedirilir ve herkes çağırılır. Köylerde, yapılan düğünlerde bütün köy cemaati sofraya buyur edilir ve doyurulur. Düğünü hayırlamaya gelenler de bahşiş getirirler. Düğün dört gün devam eder. Çoğunlukla Perşembe günü başlar, Pazar günü gelinin damadın evine gelmesi ve o akşam gelinin gerdeğe girmesi ile biter. Yahut Pazartesi başlar, Perşembe günü biterdi.
Düğünlerde mutlaka çalgı bulunur. Davul zurna hiç eksilmez. Toy hem delikanlı, hem de kız tarafından yapılır.
Düğün eskiden şöyle ilan edilirdi: Düğün arefesinde, akşam üstü, güneş batmadan önce bir çocuk iyi bir ata biner, dört nala koşturur ve delikanlının babasının adını söyleyerek: “... akaynıñ üyĭne bo akşam köbete pĭşĭrmege”, diyerek çağırırdı. Akraba, dost ve komşu kızları düğünü olan kızın evine toplanırlar ve tandırda köbete pişirirler. Köbete parçalanarak konuklara dağıtılır.
Ertesi sabah çalgı takımının düğün hayırlı olsun türküsü ile toy başlar. Akrabalar, komşular düğüne bahşiş ile gelirler. Gelen herbir tebrikçi özel bir hava ile karşılanır. Düğünün ilk günü bütün akrabalar, ikinci günü köy cemaatine, üçüncü günü dışardan gelen konuklara büyük ziyafetler verilir. Düğünün dördüncü günü üyken toy yani büyük düğündür. Bu gün gelin gelir.
1. Gelin getirme adetleri: Damadın evine gelini getirmek için kızın anası, yengeleri veya en yakın akrabaları olan kadınlar gider. Bunlara kudagi denir. Gelin ve kadınlarının çevrelerinde en yakın akraba ve dostlar bulunur. Bunlara da kuda denir. Kuda ve kudalar erkek tarafının en saygılı misafirleri olarak karşılanır ve ağırlanır. Gelin, üstü kapalı bir arabayla getirilir. Bu arabaya Mögedek arabası adı verilir.
En iyi ata binmiş iki delikanlı arabanın peşinden hiç ayrılmaz. Düğün kafilesi yol boyunca şu sırayla yürür: en önde birkaç araba kuda, arkalarında birkaç araba kudagi ve en arkada mögedek araba içinde gelin gelir. Kudagilar arabasında gelinin anası da bulunur. O en çok saygı görür ve baş misafir olarak ağırlanır.
Damadın köyüne üç-dört kilometre mesafede, bir berada, gelin alayını damat tarafından gelen delikanlılar karşılar. Bazen bunların arasında güvey/kiyew de bulunur. Kiyew, gelinin arabasını üç kez dolandıktan sonra, atını gelinin kendi eliyle işlediği tokuzu takar ve köyüne döner. Tokuz: gömlek, don, çevre, şal, şerbentı, cayma, çorap, uçkur ve keseden oluşan bir bütündür.
Gelini karşılayanların hepsine ve akrabalık derecelerine göre, gömlek, şal, şerbentı, çevre, mendil gibi bahşişler verilir. Bu hediyeler atların kulaklarına bağlanır. Toy aldı gelenekleri bittikten sonra düğün alayı, yürümeye başlar ve gelin arabası köye girdiği zaman gelinin kalacağı evinin kapısına kadar gider ve burada başka bir gelenek başlar.
2. Gelin indirme geleneği: Gelin arabasını süren arabacının yanında, gelinin erkek kardeşi veya en yakın akrabası olan bir çocuk boynuana kap içinde bulunan bir Kur’an-i Kerim takıp gelmiştir. Ona bir bahşiş verildikten sonra, arabadan indirilir. Kur’an getiren çocuk indirildikten sonra, yaşlı bir kadın bir tas dolusu kuru yemişi, bir avuç ufak parayı, yağda kızartılmış ufak lokmalarla birlikte gelinin mögedekli arabasının üstünden önce arkaya, sonra sağa ve sola birer avuç dolusu saçar. Çocuklar bu saçılanları kapışırlar. Bundan sonra diğer ihtiyar bir kadın, diri beyaz bir tavuğu, başını bir kanadının altına sokarak, gelinin başından üç kere dolandırır. Buna kakma denir. Bu adetle o gelinin etrafında bulunan kötü ruhları, cin ve perileri kovmuştur.
Bu merasimlerden sonra, mögedek arabasının önünden evinin kapısına kadar örtü tutularak kapatılır. Gelinin ağası veya erkek kardeşi veya en aykın erkek akrabası gelini kucağına alarak arabadan indirir. Götürüp içerde bir köşeye kurulmuş olan gerdeğin arkasına bırakır. Bu olaylar devan ederken halk arabanın etrafına toplanmıştır. Çalgıcılar çağırtı havası çalmaktadır. Fakat gelini kimse görmez. Gelinin eve girmesine kelĭn tüştĭ/gelin indi denir.
Gelin düştükten sonra, çeşit türlü oyunlar yapılır. Gençler tarafından en çok beğenilen güreştir. Güreş havası çalmaya başlayınca güreş de başlar. Güreşi kazanan delikanlı türlü bahşişler kazanır. Bu bahşişlerden en değerlisi de cülde adını taşır. Bahşişler bir uzun sırığın ucuna bağlanır. Güreşi kazanan delikanlı da güreş cüldesini arabaya diker ve köyü dolaşır.
Düğünlerde at yarışı da yapılırdı. Yarışı kazananlara büyük, değerli hediyeler verilirdi.
3. Düğünün son akşamı adetleri: Düğünün son akşamı gelmiş. Damat bir odanın köşesinde oturtulur. Etrafında akrabaları, dostları ve köy delikanlıları toplanır. Damat ortaya konulan bir iskemleye oturur ve tıraş olmaya başlar. Çalgıcılar tıraş havası söyler. Tıraş bittikten sonra damat, yine çalgı veya ilahi eşliğinde baştan ayağa kadar yeni elbise giyinir. Yeni elbiseleri giydikten sonra eski köşesine oturur.
Bundan sonra kiyew konışması/damadın konuşması denen büyük bir oturum başlar. Bu geleneğe göre toplantıda bulunanlar kartağasından izin alır ve çeşit türlü teklifte bulunurlar. Konuşmalar bir kurala bağlanır ve meclisteki bütün insanlar kartağasını dinlemeye mecburdur.
Büyük bir disiplin içinde geçen bu çok eski gelenek, gençler ve delikanlılar tarafından yaşlılara gereken saygıyı göstermek; izin almadan konuşmamak; doğru hareketlerde bulunmak; yalan söylememek gibi ahlakî kurallara uymakla ilişkilidir.
Son gecenin sabahına karşı kartağası, damadı büyük misafir dediği geline götürülüp teslim edilmmesini emreder. Bu arada herkes ve çalgı susar. Ortalığı derin bir sessizlik kaplar. Sonra damat gerdeğin bulunduğu odaya girer. Güneş doğarken yine kartağası düğünün bittiğini ilan eder. Delikanlılar yarı keyifli bir halde dağılırken çalgı “Ey gaziler yol göründü” şarkısını söylerler.
Gelin Evi: Dobruca Türklerinin adetlerine göre, ev süsleme eşyaları, yani duvara asılan kilim ve halılar, ipek şallar, şerbenti, marama, tokuzlar, kıpalplarla işlenmiş türlü renkli keseler; yuvarlak, dört köşe veya uzun minder ve yastıklar; döşek, yorgan ve çarşaflar, hepsi gelin tarafından getirilirdi. Bu ev cihazlarıyla süslenmiş odalar, iki veya üç, bir çiçek bahçesine, bir eşya sergisine benzerdi.
Boş odaları doldurmak için gereken mobilya eşyalarını, yani kanepe, yatak, büfe, koltuk, masa, mutfak eşyası, buzdolabı, çamaşır makinesi ve başkalarını delikanlı tarafının hazırlanması gerekirdi.
Gelinin güzel güzel gergef, tezgah elişleri, damadın hazırladığı modern mobilyalar ile süslenen ev gençlerin gelecekte birlikte hayat sürdürecekleri masaldaki bir sarayı hatırlatırdı.
Şu geleneği de unutmamız gerekiyor. Yeni evlenmiş gelinlerin evleri bütün süsleri ve iç dekorasyon ile altı ay kalmak zorunluğuna ve misafirleri bu odada kabul etmek görevindedirler. Gelini ziyaret eden akraba ve dostlara gelinde bol miktada bulunan bu eşyaları, akrabalık ve dostluk derecesine göre, bir çevre, şelbenti, şal veya tokuz hediye edilirdi. Gelin bu altı aylık süre içinde en iyi ve süslü giysilerini giyer ve konukları böyle karşılar.
Ziyaret eden kadınlar ise süslenmiş odaları dikkat ile gözetledikten sonra, geline övgü yağdırır, onun yeni evinde mutlu yaşamasını dilerler.
YEMEKLER
Dobruca’da ve Romanya’nın diğer bölgelerinde yaşayan Türk ve Tatarların kendilerine has yemekleri vardır. Bu yemeklerin temelini et, un, yağ ve yoğurt teşkil eder. Son zamanlarda köylüler sebze yetiştirdikleri için sebzeli yemeklerin de türlüsünü yapar ve yerler. Mesela kabak, biber, patlıcak, patates, ıspanak yemekleri yapılır; ızgara, köfte, kapama, musakka, pilav ve çeşitli sarmalar da sofralardan hiç eksilmez.
Türk ve Tatarlar, bazı özel günlerde bol bol yemekler ve sofralar hazırlarlar. Yaş günleri kutlandığı zaman, diş veya sünnet düğünlerinde, evlenme törenlerinde, Ramazan ayında, iftar ve sahur (temeş)’da, bayramlarda ve çeşitli vesilelerle okutulan dua ve mevlidlerde yemekler hazırlanır. Genellikle, ölüler için okutulan mevlidlerde şerbetin yanında yemek sıralarında helva da ikram edilir.
Bu özel günler için hazırlanan yemekler arasında çorba/toy şorbası, sofranın başlangıç yemeğin oluşturur. Sonra kuru fasulye/bakla ile fırında pişirilen koyun ve dana eti veya kapama, sarmalar, pilav (kuskus veya pirinç), hoşaf, tatlılar (baklava, saraylı, minune, pasta), kahve, sigara ikram edilir.
Eski geleneklerimizi hatırlatan cıyın, talaka gibi delikanlı ve kızların eğlence toplantılarında, Tatar ve Nogaylar köbete, cantık, kĭrde, sarburma gibi hamur aşları hazırlar ve herkes bunları büyük bir iştahla yerdi.
Undan, etten, yağdan yapılan ve sonunda yoğurt, hoşaf veya karpuz ile yiyilen en önemli ve sevilen Tatarların hamur aşı da şiyberek/çiğbörektir. Yabancıların da hoşuna giden çiğbörek gerçekten besleyici ve lezzetlidir.
Dobruca’daki Türkler misafirlerine çeşitli yemekler hazırlar. Bazen bunların çeşidi 15-16’yı bulur.
VI- ÖLÜMLE İLGİL ADETLER
1. Cenaze merasimi ile ilgili adet ve gelenekler: Dobrucalılar eski geleneklerine bağlıdırlar. Gelenek, adet ve görenekler bizi beşiğimizde karşılar, mezarımızda bırakır. hayatın önemli dönemlerinden doğum ve evlenmede olduğu gibi, ölüm çevresinde de birçok inanma, adet, töre, tören, ayin, kalıp davranış oluşmuştur.
Ölüm çevresinde oluşmuş ve ölüyle toplum üyelerini ilgilendiren bu adetler ve inanmalar/inançlar ölüm öncesi, ölüm sırası ve ölüm sonrası olmak üzere üç grupta toplanmıştır.
Dobrucalıların halk inanmalarında ölümü önceden haber veren belirtiler arasında hayvarlarla ilgili olanlar büyük bir yer kapsar. Sonra ev, eşya ve yiyecekle ilgili birtakım inanmaların temelinde de ölüm korkusu yatmaktadır. Ay, güneş tutulması, yıldız kayması, gök gürlemesi gibi olaylar da halkın inançlarında çoğu zaman ölümle yorumlanır.
Ölüm olduğu zaman yakınları ağlar. Komşular da ölü evinde toplanarak, ölünün yakınlarının acılarına ortak olurlar. Son cenaze hazırlıkları yapmaya destekçi olurlar.
Ölümden hemen sonra yapılan işlemlerin en çok görünenleri şunlardır: ölünün gözleri kapatılır, çenesi bağlanır, başı kıble yönüne çevrilir, ayakları yanyana getirilir, üzerindekiler çıkartılır, ölünün karnına bıçak veya demir eşya konur. Son olarak ölünün odası temizlenir ve onun başucunda Kur’an okunur. Gömmek için gereken adetler de uygulanır. Bunlar: yıkama, defnetme ve cenaze namazıdır.
2. Ölüm sonrası adetleri: İslam dinine göre, cenaze namazı kılınır. Cenaze namazı kılındıktan sonra tabut cemaat tarafından mezarlığa götürülür. O genellikle tabutsuz olarak mezara gömülür. Ölünün kimliği ve cinsi mezar taşlarına yazılır.
Ölümden sonra en önem verilen ve dikkat edilen bir gelenek yas tutmaktır. Yas, birinin kaybıyla duyulan acı ve üzüntüyü ifade eder. Genellikle, yas kırk gün tutulur. Ölünün yakınları ve akrabaları başlarına başörtüsü bağlarlar. Yas tutma amacı ise acı çeken kişiyi belirli bir süre yeni duruma alıştırma, acısını azaltma ve yavaş yavş bu durumdan çıkmasına yöneliktir.
Cenaze kaldırıldıktan sonra diğer bir gelenek ölü yemeğidir. Bu ölümle ilgili adet ve inanmaların önemli bir bölümünü oluşturur. Mezarlıktan dönmüş kişilere, ölüme katılanlara, uzak yerlerden gelenlere yemek verilir. Bunlar ulkım (lokma), elwa (helva), şerbet veya yemek de olabilir. Ölünün yemekle törenle ve yemekle anıldığı belirli günler ölünün kırkıncı, elliikinci günü ve yıldönümüdür. Seyrek olarak üçüncü ve yedinci günler de ölü için Mevlit ve Kur’an okutularak, yemek yedirilir.
Mezar taşlarının da ayrı bir tarihi vardır. Yaşlıların taşlarında kişilikler, gençlerin de dünyaya doymadığının özlemi vardır. Kimisi ecelinden, kimisi umulmadık bir olaydan göçüp gitmiştir. Bu mezar taşlarını okuyanlara gözyaşı, derin bir düşünce uyandırır. Taşlarda dilekler, istekler de vardır. Demek ki, mezar taşları tarih yaprakları, geçmişten gelen bir edebiyat sayfalarıdır. Tarihin unutulmuş sayfaları bile vardır bu mezar taşlarında.
HAZIRLAYANLAR:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)