8 Kasım 2019 Cuma

TARİHİN ARAŞTIRILMASI


TARİHİN ARAŞTIRILMASI


Antik tarihin incelenmesindeki en temel sorun; sadece bir kısmının kayıtlı ve belgelenmiş olması ve bu belgelenmiş kısmının da sadece bir bölümünün günümüze ulaşabilmiş olmasıdır.
Tarihçilerin antik dünyaya dair bilgi edinmelerinin yolları; yazılı kayıtlar, arkeolojik, etimolojik, etnolojik ve mitolojik kaynaklardır.
Sümer yazısı, keşfedilmiş en eski yazım türüdür. Yaklaşık 5.000 yıl önce kullanılmaya başlanmıştır. Sümer yazısının kullanılmaya başlandığı bu tarih, yazılı tarihin başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Antik dünya hakkında bilinenlerin çoğu, o dönemlerde yaşayanların çevreleri, geçmişleri ve dönemleri hakkında yazdıkları ile devlet, din ve benzeri kurumların kayıtlarıdır. Her ne kadar yazarlarının bakış açısı yazılanları etkilemiş olsa da, onların ilk elden yaptıkları bu izah ve tasvirler antik geçmişi anlamak için büyük önem taşımaktadır.
Arkeoloji, kazı vb. yöntemlerle ortaya çıkarılan tarihî yapıtları kültürel, sanatsal ve tarihsel yönden inceleyen bir bilimdir, insanlığın kültürel geçmişini, kültürlerin değişimini ve birbirleriyle ilişkilerini incelemektedir.
Etimoloji, bir dildeki sözcüklerin kökenlerini ve bunun bir gereği olarak o dilin diğer dillerle ve o dili konuşan toplulukların geçmişten bugüne diğer topluluklarla olan kültürel ilişkilerini araştıran bilim dalıdır. Etimoloji bilimi, tarih araştırmalarında önemli bir alanı oluşturmaktadır.
Etnoloji, etnik grupların kökenini, oluşumunu, yeryüzüne yayılışını, aralarındaki bağlantıları ve bunların töre, dil ve kültür niteliklerini, geçmişte yaşamış ve halen yaşamakta olan değişik kültürleri karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalıdır.
Etnoloji ile destanların ve mitlerin incelenmesi bilimi olan Mitoloji alanındaki deliller de tarih araştırmaları ve yorumlamalarında sıkça başvurulan yöntemlerdendir.
Bu geleneksel denilebilecek yol ve yöntemlerle birçok konunun açıklanamaması ve kurgulanmış bazı değerlendirmelere gidilmesi sonucunda insanlık tarihinin anlaşılmasında daha gerçek sonuçlara ulaşabilmek için yeni gelişen bir bilim dalı olan DNA-gen bilimi de kullanılmaya başlanmıştır.
 DNA Gen Bilimi Nedir
Afrika’da ortaya çıkan insanoğlu/âdemoğlu/insan soyu dünyanın çeşitli yerlerine dağılmıştır. Coğrafya ve iklim şartları (başka bir deyişle güneş radyasyonuna maruz kalma seviye ve biçimleri), insanların genetik yapılarında mutasyon adı verilen bazı değişiklikler yaratmıştır.
İnsanın her hücresinde tanımlanmış 16,569 gen vardır. Bu sayının 20-25 bin arasında olabileceği tahminleri yapılmaktadır. Hücrenin kendini kopyalama özelliği nedeniyle, bir yumurta ve bir sperm hücresinden insan oluşmaktadır. İnsanların tamamı temel yapıları itibariyle aynıdır. İnsanlar arasındaki boy, göz ve ten rengi, saç şekli hatta parmak izi gibi fiziki özelliklerimiz yanı sıra genetik hastalıklarımız ve yeteneklerimiz gibi farklılıkları; genlerin dizilişindeki ve talimatlardaki farklılıklar belirlemektedir.
Genlerimiz Kromozom adı verilen paketler içinde bulunur. Bir hücrenin çekirdek kısmında, 23 kromozomu anneden 23 kromozomu babadan alınan, 23-çift kromozom bulunur. Y (Erkek) ve X (Dişi) kromozomları dışındaki otozomal gen adı verilen 22-çift kromozom, rastgele olarak bazıları anneden, bazıları babadan olmak üzere aktif olur. Bu nedenle kardeşlerin bazı özellikleri farklı, bazı özellikleri benzer olur. Babadan ve anneden geçen otozomal genlerin aktif olmayanları da çekinik gen olarak çocuklarda kalmaya devam eder.
Cinsiyet belirleyen genlerde ise, kız çocuklar bir anneden bir babadan gelen iki (XX) kromozoma, erkek çocuklar ise babadan gelen (Y) ve anneden gelen (X) kromozoma (XY) sahip olur. Erkek çocuklar sadece annesinin (X) kromozomunu (yani anne tarafından ninesi ve dedesinden gelen (X) kromozomunun karışımını) taşımaktadır. Kız çocuklarında (XX) kromozomları baba ve anne tarafından olmak üzere iki tane olduğundan, bunlardan birazı ondan birazı öbüründen rastgele aktif olur, aktif olmayanlar ilk iki aylık hamilelik dönemi sonunda (fetüs dönemi) ölü gen haline gelir. Erkeklerde ise (Y) kromozomunun tetikleyici/başlatıcı gen adı verilen genlerden olması nedeniyle cinsiyeti belirler ve taşıdığı (X) kromozomunun cinsiyet belirleyen genleri fetüs döneminde ölü gen haline gelir. Laboratuvar ortamlarında fetüs döneminde ölü gen haline gelen (X) genlerinin cinsiyeti belirleyen bölümünün buruşuk, protein üretemez ve ışıksız olarak gözlemlendiği belirtilmektedir.
Ayrıca, Hücrenin çekirdek kısmı dışında, hücrenin çekirdeğini koruyan (yumurtanın beyazı gibi) 37 genden oluşan MtDNA adı verilen gen grubu bulunmaktadır. MtDNA adı verilen bu gen grubu hücrenin çekirdeğini koruyan gen grubu olarak hem erkek hem kız çocuğa geçmekle birlikte erkekler bu gen grubunu kendi çocuklarına nakledemezler. Annelerinden gelen bu koruyucu MtDNA gen grubunu, sadece kadınlar kendi çocuklarına aynen bir paket halinde naklederler.
(Y) kromozomuna bağlı genlerin sayısı 3.000 (SNPs) olup, birkaç düzinesi (80 civarı) kısa dönem değişiklikleri/mutasyonları gösteren (STRs) gen türüdür.  Kadınlarda ise (X) kromozomuna bağlı genlerin sayısı 2.000 olup, anne ve baba (X) genlerinin özelliklerini de taşıyan melez niteliğindeki bu genlerde uzun veya kısa dönem mutasyonları gösteren özellik bulunmamakta, kadınlardaki mutasyonlar MtDNA adı verilen hücrenin çekirdek kısmını koruyan 37 genden oluşan gen grubunda meydana gelen değişikliklerden izlenmektedir. Y (Erkek) kromozomu babadan oğula, MtDNA gen grubu ise anneden hem erkek hem kız çocuklarına bir paket halinde aynen nakledilmektedir.
Erkeklerde mutasyon adı verilen değişiklikler, Y (Erkek) kromozomuna ve kadınlarda MtDNA’larına işlenir. 10 binlerce yıl önce oluşmuş en büyük mutasyonlar bir büyük harfle gösterilir.
A.Klyosov ve I.Rozhanskii, ikilisinin 2012 yılında yayınladığı “Re-Examining the ‘Out of Africa’ Theory and the Origin of Europeoids (Caucasoids) in Light of DNA Genealogy” [Advances in Anthropology, 2, 80-86] isimli makalede yer alan aşağıdaki şemada Beta’dan (ß)  bu yana insanoğlunun Y (Erkek) kromozomlarında (ata-genlerinde) on binlerce yıl önce meydana gelen 23 büyük değişiklik (mutasyon) sonucunda ortaya çıkan 23 temel ata-gen grubu (Y-Haplogrup), ayrı bir büyük harfle (ve yanında rakamla) gösterilmektedir.

Ancak, İnsanoğlunun önemli bir kısmı temel genetik değişikliğe (mutasyona) uğradığı yerde yaşamaya devam etmemiş ve yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmış ve birbirine karışmıştır. Gen biliminin gelişmesiyle de, günümüzde, erkeklerin babadan gelen Y (Erkek) kromozomu ve anneden gelen MtDNA’ları, DNA gen bilimi yöntemleriyle incelenerek ata baba ve ata annelerinin dünyanın hangi bölgesinde ortaya çıktıkları (kökenleri) ve kimlerle karıştıkları anlaşılabilmektedir.
Gen bilimindeki gelişmeler sonucunda, erkeklerin ata-genlerinde (Y-Haplogruplarında), her 125 yılda bir (her beş nesilde bir), yaşadıkları coğrafi ve iklim şartlarına uyum sağlamak için küçük mutasyonlar meydana geldiği, daha istikrarlı bir gen yapısına sahip olan kadınların MtDNA’larında ise, coğrafi ve iklim şartlarına uyum için meydana gelen değişikliklerin 2-3 bin yılda bir gerçekleştiği anlaşılmış, gen incelemeleriyle bir erkeğin atalarının 125 yıl aralıklarla hangi tarihi dönemde hangi coğrafyada bulunduğu da anlaşılabilir hale gelmiştir. Bunun gibi son yıllarda DNA gen bilimi alanında yaşanan bu gelişmelere paralel olarak gen biliminin tarih alanında kullanımı da artmıştır.
Yine, gen bilimindeki gelişmeler sonucunda, Irk kavramının da yanlış olduğu, “Sömürgeci yayılma döneminde karşılaşılan yeni halkların daha aşağı uygarlıklar olduğunu meşrulaştırmak için ilk defa 17.yy’da fenotip özelliklerinin esas alınarak insanoğlunun sınıflandırılmasına başlandığı ve 18.yy’da ortaya çıkan Antropoloji biliminin de “Irk” kavramını ortaya çıkardığı ve giderek “ırkçılık” zemininde ilerleyen bu süreç sonunda akla gelebilecek sayısız kıstasa göre insanoğlunun sınıflandırılmasına başlandığı, 20.yy’a gelindiğinde yüzlerce ırk tanımına ulaşıldığı, gen biliminin başlatıcısı olarak kabul edilen Mendel’in bir damla kanın bile bir insanın fiziksel özelliklerini değiştirebildiği görüşüne karşın, konunun bir ırktaki bir ‘Bit’in bile diğer ırkların bedeninde yaşayamayacağı noktasına kadar vardırıldığı, 20.yy’da dünyada hüküm süren bu atmosfer ve özellikle Türkler hakkında ileri sürülen çeşitli iddialara aynı yöntemle cevap verilmesi amacıyla ülkemizde de kafatası ölçümleri gibi araştırmaların gündeme geldiği, günümüzde ise gen bilimi alanında yaşanan gelişmelerin, Antropologları da “ırk” kavramını reddetme noktasına getirdiği” belirtilmektedir. [Özge Ünlütürk, “Irk” Kavramının Tarihsel Gelişimi ve Adli Antropolojide Kullanımı, ankara.edu.tr/dergiler, 2001]
Böylece, gen bilimindeki gelişmelerin en önemli sonuçları; “Irk sınıflandırmalarının sübjektif kıstaslara göre oluşturulduğunun anlaşılması” ve “Irk kavramının reddedilmesini sağlaması” olmuştur. Örneğin; Halkların çeşitli Y-Haplogrup (ata-gen) ve MtDNA Haplogrup (kadın/anne-geni) taşıyan insanların karışmasıyla oluştuğu; bu nedenle herhangi bir halkın, Hint-Avrupa ırkı/Kafkas ırkı/Beyaz Irk olarak adlandırılamayacağı anlaşılmıştır. Yukarıdaki şemada Beta’dan (ß) itibaren oluşan 23 temel Haplogrup ta ırk değil, “köken” veya “klan” olarak adlandırılmaya başlanmış ve (F) Haplogruptan itibaren 17 adet Haplogrup taşıyıcılarının tümünün, önceden Kafkas/Hint-Avrupa/Beyaz Irk denilen insanoğlunun fiziksel/fenotip özelliklerini büyük ölçüde taşıdığı kabul edilmiştir.
Aynı şekilde, Güney Doğu Asya dışındaki Avrasya kıtası halklarının; büyük ölçüde Ural-Altay/Sibirya (R,Q,P,N) ile Pamir/Orta Asya/Indus Vadisi bölgesinde ortaya çıktığı belirtilen F-M89 Mega atageni ve nesilleri (G,H,I,J,K) ata-gen grupları yanında kısmen de Doğu Asya (C) ve Kuzey Afrika (E) ata-genleri taşıyıcılarının farklı oranlarda harmanlanmasından oluşan halklar oldukları anlaşılmış ve gen bilimcileri; “Kafkas” veya “Avrupa” veya “”Hint-Avrupa” ırkı gibi 18-20. Yüzyıllar Antropoloji biliminin geliştirdiği sübjektif kıstaslara dayandığı anlaşılan kavramlarıyla bunun açıklanamadığını görmeleri üzerine, bu halkların tanımlanmasında, hem Asya hem Avrupa’yı birlikte temsil eden “Avrasyalı” (Eurasian) kavramını kullanmaya ve karışma oranlarına göre de, Doğu, Batı, Güney, Kuzey Avrasya fenotipi/Haplogrupları gibi sınıflandırmalar yapmaya başlamışlardır.
Yine, fiziksel özelliklerin/fenotipin, yapılan evliliklerle ve karışılan halklarla ilgili de olduğu; örneğin, özellikle Kuzey ve Batı Avrupa’da da en yaygın ata-gen olan Haplogrup (R1b) taşıyıcılarının; Afrika’da da, birçok halkın oluşmasına katkıda bulunduğu, (R1b) nesillerinin, Kuzey Nijerya ve Güney Nijer ile Sudan, Kamerun, Gana, Togo, Cote d’Ivoire ve Çad’ın bazı bölgelerinde yaşayan Afrika’nın en büyük etnik gruplarından birisi olan Hausa’ların da önemli bir bölümünü oluşturduğunun anlaşılması gibi, diğer Afrikalıların da A, B, E ve J gibi çeşitli klanların neslinden oldukları veya bunların karışmalarından oluştukları tespit edilmiş, bu nedenle “Afrika ırkı” genellemesinin de yanlış olduğu anlaşılmıştır.
Yine, gen bilimi araştırmaları, günümüzde halk/millet/ulus gibi adlar verilen toplumların da, tarih içinde, çeşitli ata ve anne-genleri taşıyanların, bir başka deyişle, çeşitli klanlara/kabilelere mensup olanların çapraz evlilikleriyle oluşan bireylerin, ortak bir gelecek kurma iradelerine dayanan birlikler olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır.
Örneğin, hem tarihi geçmişleri hem de kökenleri farklı olan bireylerin bir araya gelmesi ile oluştukları en bilinen halk olan Amerikalıların kendilerini, bir ata ve anne geni taşıyanlar (bir klan) veya Amerika Kıtasının bir yerinde ikamet edenler/yaşayanlar anlamında “Amerikalı” olarak adlandırmadıkları, Amerikalıların kendilerini Amerikan kültürü adı verilen kültürü paylaşan ve geleceklerini birlikte kuracakları iradesini ortaya koyan bireylerden oluştuklarını ifade edecek biçimde “Amerikan” olarak adlandırdıkları ve tüm dünyanın da bunu böyle algıladığı görülmektedir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder